Büyük Bir Zât-ı ÂliBüyük Bir Zât-ı Âli

Ömer Öngüt -ks- Manevi Şahsiyetleri -

Büyük Bir Zât-ı Âli

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Hazret-i Allah'ın sevdiği, seçtiği, irşad ile vazifelendirdiği, her hâl ve ahvali ile numune büyük bir Zât-ı âli idi.

Daima hakikati beyan ederler, Allah ve Resul'ünün hükmünden zerre taviz vermezlerdi.

Hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeden yalnız ve yalnız doğru olanı, bildirileni, mânevî olarak işaret edilenleri duyurmaya gayret göstermişlerdir.

Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhi'ye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek Ümmet-i Muhammed'i tenvir etmişlerdir.

Maddeye, menfaate zerre kadar tenezzül etmezlerdi.

"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)

Âyet-i kerime'sini düstur edinmişlerdi.

Yazdıkları kendi kitabını dahi, bir dergiyi bile kendi paraları ile alırlardı. Vakfa hizmet ettikleri halde, bir kuruş almadıkları gibi, yemeğini dahi kendisi yapardı.

Çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezlerdi. Kimseye yük olmamayı tavsiye ederlerdi.

Helâl lokma üzerinde çok dururlar, helâl lokmaya çok dikkat edilmesini tembihler, şüpheli şeylerden dahi kaçınılmasını ısrarla tavsiye buyururlardı. Halkın helâle harama bakmadığını, herkesin zevk ve safada, yaşayayım derdinde olduğunu söyler ve çok üzülürler, "Ebedi hayatın hesabını kimse yapmıyor" derlerdi.

Ticarette de numune idiler, az kârda çok bereket olduğunu söylerler; "Bankadan uzak durun!" derlerdi.

Hayatı hep Allah ile ve Allah için idi, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Daima huzur-u ilâhî'de idiler. Asla boş bir söz konuşmazlardı. Yanlarında bulunanlar bu mehabeti, bu vakariyeti iliklerine kadar hissederlerdi.

Hem vakur, hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idiler. Yıllar yılı kendi hizmetlerini kendileri yapmışlardı, gelen misafirlerinin de hizmetlerini bizâtihi kendileri yaparlardı.

Adapazarı Vakıf binasına geçtiklerinde dahi vakfın çorbasını içmediler. Halbuki aşçılar vardı. Bu konuda şöyle buyurmuşlardı:

"Her zaman arzettiğim gibi, vakıfta oturuyorum, vakfın yemeğini bile yemiyorum. Buranın yemeği helâldir. Bütün masrafımı kendim yaparım. Kendi çamaşırımı kendim yıkarım. Kendi ütümü kendim yaparım. Kendi yemeğimi kendim yaparım. Aşağıda aşçı var. Hayır! Ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum. Ve şöyle niyazım var; Allah'ım bana kuru ekmeği sevdir, fakat kitaplardan 40 parayı nasip etme... Emrolunduğum vazifeyi yapmak zorundayım."

Kötülerden ve kötülüklerden değil, iyilerden ve iyiliklerden misaller verirlerdi. İhvanda ciddiyet ve resmiyet ararlardı, laubaliliği hiç sevmezlerdi.

Her haliyle tam bir numune idi, çok kibar ve çok nazik çok asil bir Zât-ı alî idi.

Misafirlerine gösterdiği ilgi ve alâka samimi, verdiği değer ve itibar yüksek idi.

Almanya'dan iki misafir ziyaret ettikten sonra şöyle demişlerdi:

"Biz bu yaşa geldik sevgi nedir, şefkat nedir görmedik. Her şeyi burada gördük."

Arz edildiğinde; "Elhamdülillâh! Gönül herkese sevgi, saygı göstermek ister; çocuk olsun, büyük olsun, kadın olsun herkese... Şükürler olsun ki o hâli bahşetmiş." buyurmuşlardı.

Çocukları ve çiçekleri çok severlerdi. Mecbur kalmadıkça kadınlarla fazla görüşmezlerdi.

Bir kimseye darılırsa Kur'an darıldığı için darılır, beğenirse Kur'an beğendiği için beğenirdi.

Riyâ ve gösterişi hiç sevmezlerdi. "Nefis gıdayı; şöhretten, varlıktan, namdan ve menfaatten alır." buyururdu.

Kalbin takvâsına çok dikkat eder, bunu tembihlerdi.

"Nazargâh-ı İlâhi olan kalpte Allah ve Resulullah olacak." beyanıyla kalbi masivâdan temizlemek gerektiğine işaret etmişler, "Kalpte Hakk olacak, gönülde ihlâs olacak. Bu, nazik ve hassas yolda ancak "Kalb-i selim" olanlar kurtulur." buyurmuşlardı.

"İnsanın dört büyük düşmanı var. Şeytan, nefis, şehvet, şeytanlaşmış arkadaş. Bu dört düşman insanın imanını yok eder." buyururlardı.

"Biz Hazret-i Allah'a sığınacağız, âcizliğimizi itiraf edeceğiz, O'nun lütuf tecellîsine bakacağız. Hiçbir zaman kast-ı mahsusa olmayacak. O dilerse lütfu ile tecellî eder ve bize yardım eder."

"Yol var adama muhtaç, adam var o yola muhtaç. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz. Bize Allah gerek."

Tevâzu ve mahviyet halleri o kadar ileri idi ki: "Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı.

Kitaplar ilk çıktığı zaman kendi isimlerinin kitaplara konulmamasını istemişlerdi. Bunun bir zorunluluk olduğunun, karışır ihtimalinin izâhı ve yapılan ricalar üzerine "Peki" demişlerdi.

Her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlardır. Nam için, makam için değil; Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah için çalışmışlardır.

"Kitapların; gazetelere, dergilere reklamını verelim!" denildiğinde;

"Bizim kitaplarımızın reklamını Hazret-i Allah yapıyor, gerek yok!" buyurmuşlardı.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm'ın sünnetidir. Peygamberlerin mirasıdır." buyurarak yaşadıkları ibtilâ ve musibetlere; sabır, sükût, tevekkül ile mukabele etmişler, her zaman; azim, cesaret, tedbir ve rızâ halinde bulunmuşlar ve şöyle buyurmuşlardır:

"Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...

Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir."

Bir ömür ki hep ibtilâ ile, imtihan ile, çile ile geçti.

Bir ömür ki hep iman ile, cihad ile, hizmet ile geçti.

Hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le konuşurlardı. Allah-u Teâlâ'nın ahkâmına son derece riâyet ederlerdi. Gönüllerin, kalplerin gizliliklerini Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği kadar bilirlerdi. Hep huzurdaydılar. Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, ümmet-i Muhammed'i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için canı pahasına çalışır; "Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!" buyururlardı.

Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.

Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:

"Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.

Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş. Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.

Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç! "derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı Kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası seksen değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.

Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla, râbıta ile olur.

Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!"

"Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâli öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek."

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Hazret-i Allah'ın gönderdiği, vazifelendirdiği büyük bir Zât-ı âli idi.

Asırlar boyunca Evliyâullah Hazerâtı'nın zuhurunu müjdelediği, mücadelesini, vasıflarını haber verdikleri "Hatm'ül-Evliyâ" olan zât idi.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri âhir zamanda zuhur edecek bu büyük veli hakkında "Hatmü'l-evliyâ" isimli müstakil bir eser neşretmiş, Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, İmam-ı Rabbanî -kuddise sırruh-, Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh-, Mevlânâ Celâleddin Rûmî -kuddise sırruh-, İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh-, Dâvud bin Mahmud el-Kayserî -kuddise sırruh- ve daha nice Evliyâullah Hâzerâtı bu büyük zât hakkında beyanda bulunmuşlar, onu tanıtmaya çalışmışlardır.

"Onun 'Hâtemü'l-evliyâ'lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ", s.48)

"Şer'î nübüvvet (peygamberlik) makamı böylelikle kapanmış, fakat velâyet (velilik) makamı durmaktadır. Bu sebeple bunu da, yani velâyet makamını da bir sona bağlamak hakkını kazanmıştır. Ki bu kendi seviyesine göre bir son olsun ve kendi sonuna benzesin.

İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu ancak kendi ehl-i beyt'inden olacak birisidir." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, "Fütûhâtü'l-Mekkiyye", s. 216, trc. S. Alpay)

"'Nûrun alâ Nûr'; yâni 'Nûr üstüne Nûr' ve 'Sırlar üstüne gelen sırlar' onun olur." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-,"Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.15, Bas.: Mısır, 1954)

"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh-, "Kitabu'n-Netice")

Binaenaleyh bu zatların her birisi Hatm'ül-Evliyâ olan bu Zât-ı âli'nin ahir zamanda zuhur edeceğini, mücadelesini, vasıflarını, alâmetlerini haber verip müjdelemişlerdir.

Evliyâullah Hâzeratı'nın bu husustaki eserlerini ve yüzlerce beyanlarını Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-evliyâ", "Cevâhirullah-1" ve "Cevâhirullah-2" isimli eserlerinden tetkik edilebilir.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-evliyâ" isimli kitabını şu temennileri ile bitirmektedir:

"Hatmü'l-evliyâ" kitabı burada sona erdi. Allah'a hamdolsun; Allah'ın salât ve selâmı ve çokça teslimiyet, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan, "Makâm-ı mahmûd"un bir tek kendisine has kılındığı Hâtemü'l-enbiyâ olan Muhammed'e, âlinin ve ashâbının üzerine olsun.

Allah-u Teâlâ'dan dilerim ki; tamamlanan kelimelerin rûhu olan Hatm-i evliyâ olan zâtın düsturlarını tâkip edebilme hususunda, kendisine karşı bizi küçültsün ve tevâzu sahibi kılsın. Bizi onunla bir araya getirip, onun hakkında bir delil ve şâhit olan beyanlarımızın tahkikiyle; onu görüp de, onun izinde yürümeye eriştiren vuslat sebebiyle bizleri de vâsıl eylesin. Şüphe yok ki O lütuf, kerem ve ihsan sahibidir. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a âittir."


Sonraki