Ömer Öngüt -ks- Manevi Şahsiyetleri - Manevi Hakikatler

Manevi Hakikatler

 

"Yalnız Salata mı Yiyor?"

Onun için Allah-u Teâlâ beni tuttu, kuru ekmeği bana sevdirdi. O kadar işim parlaktı ki, o parlak işi sıfıra indirdim.

Hiç unutmam; elimde marul vardı, oranın eşrafından bir zât geçiyordu, "Aa! Bu zât yalnız salata mı yiyor?" dedi. O kadar işimi indirdim ki, yalnız o gün yiyeceğim kadar çalışıyordum, yarını düşünmüyordum.

Bütün ömrüm de üç saat uykuyla geçti. Fakat o günler gitti, bir daha da gelmiyor. Şimdi o tâkat yok. Demek ki Sahib'im bana bunu sevdirmiş, ondan sonra tekrar, yavaş yavaş çalışmaya başladım.

Fakat evvela biz o parlak işi sıfıra indirdik. Çünkü gençtik, çizme yapar Türkiye'ye yayardık. Kadın ayakkabısı da yapardık, her şeyi yapardık. Bu işi biz birdenbire yok ettik.

Günlük ihtiyacımın teminine başladım, o gün ne ihtiyacım varsa onu temine çalışırdım. Mevlâ'ya şükürler olsun beni zengin olmaktan korudu. Zengin olmam lâzım değildi ki. Apartman sahibi olmak da hiçbir şey değildir.

Beni Sahib'im korudu, tuttu, ben de size bunu duyurmaya çalışıyorum. Siz ilim yaymaya çalışın, âlem para kazansın! Kitap satın, mecmuâ satın, şunu satın bunu satın, ilim yayın. Bu meyanda dünya ihtiyacınızı da temin edersiniz.

Amma illa; "Zengin olmak!" diyorsanız, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)

İkinci bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yetmiş yıl önce cennete girer." (Ahmed bin Hanbel)

Zaten senin ömrün o kadar!

Onun içindir ki değmez. Eğer zenginliğe değseydi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanlarında böyle buyurmazdı.

Allah-u Teâlâ her ihtiyacınızın, lütfu ile teminini ihsan buyursun. İhtiyacınız için çalışın, fakat sizin geliriniz âhiret geliri olsun. Bu da ilmi yaymakla olur. Âlem toplasın efendim!

Bunları hep hazırlıklı olmanız için yapıyoruz, tamaha dalmayasınız diye!

Dalanlar dalsın efendim. Yalnız Hazret-i Allah'ın zerreden hesap soracağını unutmayın. Bu kadar paranın hesabı nasıl verilir? Bir düşünün yani, bir düşünün!

 

Yıkılıncaya Kadar Yapılan İbadetler

Gençlik zamanında Hazret-i Allah'a yönelerek çok ibadet ederdim. Öyle ki; vücudum bir vakte kadar gidiyor, sonunda da artık tükenip kalıyordu. Amma ibadet esnasında nasıl kaldığımı, nasıl yattığımı bilmiyorum. Orada ne kadar durduğumu da bilmiyorum. Yaz, kış o da mevzu değil, bir de kendime geliyorum ki yerde yatıyorum.

"Eee, ben ibadet ediyordum?" Ayaktayken mi düştüm, yerdeyken mi, hiç haberim yok. Yalnız bakardım, kendimi öyle yığılmış olarak görürdüm.

Kışınsa üşümemişim, yazınsa bir şey dokunmamış... Hemen kalkar gene ibadet ederdim. Bir kış günü, dışarıda yarım metre kar var, sobanın başında ibadet ederken, yorgunluktan kalmışım. Ne kadar kaldım, Hazret-i Allah bilir. Bir de kendime geldim ki; bir fanus içindeymişim gibi sıcacıktım. Elimi sobaya uzattığımda o muhafaza birden kayboldu, soba sönmüş, etraf buz kesmiş fakat Hazret-i Allah bizi muhafaza buyurmuş.

Artık vücudun son tâkati bitiyor, uyuyorum; o dinlenmemle tekrar kuvvet bulup gene uyumuyorum.

Hatta hiç unutmuyorum: Sobanın bulunduğu kısımda farkına varmadan dalmışım, böyle uzanmış yatıyorum. Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Müzdelife'den taş atıyor. Attı, sağ cebime koydum, attı, sağ cebime koydum. "Bu çok kıymetli!" dedi. Onları elimle almaya kıyamadım, ağzımla aldım.

İşte onun için, ne demek istediğimi buradan ölçün. Gün o gündü. Şimdi ben bunu yapamam, çünkü vücut orada değil!..

 

Allah İçin Yapılan Mücadeleye, Nebevî Lütuf ve Destek:

Bir gün Medine-i münevvere'de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tecelli ettiler ve şöyle buyurdular:

"Çatır çatır, çatır çatır kafalarına vuruyorsun. Gerçekten tebrike şayansın."

Demek ki memnunlar, hoşnut olmuşlar.

"Gerçekten tebrike şayansın."

Beş dakika sonra çıktılar.

Rabb'ime sonsuz şükürler olsun.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin;

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar." buyurması budur. (Nevâdirü'l-Usûl)

Her şeyi görüyor, seyrediyor. Görüyor, icraatlardan memnun oluyor.

İslâm'ı bölüp, yok etmek istiyorlar, fakat kendileri yok oldular. İslâm nuru galip geldi.

Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Onlarla harp eden ordunun Allah yanındaki yerini bilseler hiçbir iş yapmazlardı." buyuruyorlar. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)

Bize Allah yeter! Çünkü başka sığınağımız da yok. Bize başka Mevlâ bildirmedi, kendisinden başka. Bu bizim için en büyük bir lütuftur. Putlara taptırmadı. Bu bölücülerin liderleri birer puttan farksızdır. İtimat edin durumlarını görür gibiyim, duracağı yeri görüyorum. Çünkü Allah-u Teâlâ dilediği zaman bize gizli şeyleri gösterir, biz inanarak konuşuruz, bilerek konuşuruz, görerek konuşuruz. Niçin? Görüyorum çünkü. Amma halk görmüyor, zamanla görür. Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile, desteği ile, göstermesi ile çatır çatır çatır konuşuruz. Biz o zaman söyleriz. Niçin? O zaman gösterdiği için. Elhamdülillâh! Bu bir lütuf değil midir?

En büyük lütuflardan birisi de hak ile bâtılın arasını ayırmak için berzah yapmış.

"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)

Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahmân: 19-20)

Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında Mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri niyetinden ötürü onu seviyor. Bu niyet nedir? Başlıcası imanı kurtarmak, nuru yaymak, küfrü kaldırmak, gaye bu. Onun için bu vazife ile göndermiş. Destekleyecek olan da O'dur, lütfedecek olan da O'dur. Yeter ki, mahlûk harekete geçsin ki, O desteklesin.

 

"Bugün de Olsun!":

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri o zaman İslâm'a ruhsat vermiş. Ve bakıyorum ki, hep Hazret-i Allah'ın sevgililerini yanlarına almışlar. Hazret-i Allah'a onların vasıtasıyla yalvarmışlar ve kazanılmayacak zaferleri kazanmışlar. Yani bu zaferin ilâhi bir lütuf olduğu belli. Birincisi ruhsatı onlara veriyor. Dilediğine veriyor, dilediğinden alıyor. O zaman yâ Rabb'i! Senin lütfun, ihsanın, ikramın vardı, bugün de olsun. Çünkü bugün İslâm âlemi dağınık. Bunun da müsebbibi dinden ayrılmalar oldu. Fakat O nasıl murat ederse öyle olur. O zaman İslâm'a hüküm vermiş, şimdi küffara hüküm veriyor. Fakat O'nun iradesi, gücü dilediğindedir. Onun için "Allah'ım! Bizi mahrum etme. Bize yardım et, bizi muzaffer et!"

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"De ki: "Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin." (Âl-i imrân: 26)

O gün hep İslâm'a vermiş. Çünkü o gün O'na yalvaran, O'na sığınan İslâm ümmeti vardı. Samimi bir İslâm. Cenâb-ı Hakk Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yolunda gidenlerden sonra onlara lütfunu verdiği için o yolda devam ettiler, muzafferiyet de devam etti. Bugün de ümidimizi kesmeyeceğiz. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm'ı iki defa Türk kıyafetinde gördüm. Bu bana yeter.

 

"Nûr-i Muhammedî" ve
"İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet":

Bugün üstte yarın alttayız. Ne olur ne olmaz diye kitapların hazırlanmasına çok acele ediyoruz. İlk kitap yazıldığında kitapların başlangıcı da böyle oldu, belki ahirete beni çekerler diye acele acele ikinci kitap hazırlandı.

Kâbe-i Muazzama'daydım, bir gün Ravza-i Mutahhara'ya vardığım zaman, benim işim bitti zannıyla; "Beni lütfen alın!" dedim. O büyük bir cehaletti aslında. 'Ne zaman alacağımızı biz biliriz!" buyurdular.

"O zaman bana iki şey lütfedin!" dedim.

"Birisi Resulullah Aleyhisselâm hakkında bir kitap yazayım. Öyle bir kitap verin ki şimdiye kadar hiç kimseye verilmemiş olsun. "Nûr-i Muhammedî", hiç kimseye vermediğinizi bana verin.

İkincisi; "İlâhi Görüş"e ait bir kitap yazayım. "İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet" edeyim. "Verdik!" dediler.

Orada verildi bunlar. Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ki, o zaman alsalardı bunların bir tanesi olmayacaktı. "Ne zaman alacağımızı biz biliriz!" dediler.

 

Kabir:

Onun için cennet dediğin ister dünyada, ister kabirde. Kabir bir perdedir zaten. O perdenin altına giren nereye girerse oraya koyar.

Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)

Binaenaleyh o kabir bir perdedir. Ürkmemek lâzım. Ben kabri birkaç defa rüyâmda gördüm.

İlk görüşümde; kabirdeyim. Sırtımda küçücük bir taş, biz kabirden ne kadar korkuyorduk, kabir ne kadar rahatmış şu taş olmasa. Uyandım o taş yatakmış onu attım. Hayatım boyunca halı üstünde yattım. Çünkü o beni uyutmuyordu. Kış-yaz üç saat uykum vardı. Bir de örtünmezdim. Dolayısıyla zaten vücudun aşağıya fazla tahammülü yoktu. Amma ayakta durmak zorundayım.

Nasıl olurdu bilmiyorum amma birçok defa vücudum yığılırdı. Yalnız kendimi yerde bulurdum. Kalktığım zaman hemen devam ederdim. Binaenaleyh o âlem de başka bir âlem. Şimdi vücudumun takati yok. O zaman beş-altı saat ayakta dururdum, şimdi üç-dört saatte zorlanıyorum ve böyle yattığım zaman pide gibiyim. Bitmiş oluyor, yorulmuş oluyor.

Rüyâmda ikinci kez kabir gördüğümde; kabirde floresanlar vardı.

Üçüncü gördüğümde; uzun bir koridordan geçiyordum. Bir oda, odada karyola var. Güneş var, perdelerini dahi çekebiliyorsun. Orayı gösterdiler, geniş bir yer, güneş vuruyor.

Sıkıntıya, üzüntüye lüzum yok. O'na teslimiyet göster, O'nunla olmak hayattır, O'nsuz yaşamak vefattır. Kabir bir perdedir.

"Allah'ım kabirde de ubudiyet için bana bir yer hazırla" diyorum. Çünkü hayat ibadetle kaim.

 

Yûşâ Aleyhisselâm
ve Eyüb Sultan Hazretleri:

Bir gün: "İstanbul'a git!" diye emir verdiler. Niçin gideceğimizi bilmiyorum. İstanbul'a hareket ettik, Yûşâ Aleyhisselâm'ı ve Eyüb Sultan -radiyallahu anh- Hazretleri'ni ziyaret ettik. Eyüb Sultan Hazretleri'nin avlusunun içinde iken, baktım ki uzun boylu bir zât-ı muhterem bize doğru geliyor, yanımdakilere; "Bu gelen Yûşâ Aleyhisselâm'dır." dedim.

Kapıdan dışarıya çıktık, o yuvarlak yerde bir zât-ı muhterem oturuyordu, yerinden kalktı, baktım o da geliyor. İkisinin birleşme durumları husule geldi. "Bu da Eyüb Sultan Hazretleri'dir." dedik.

Ahzâb sûre-i şerif'inin yedinci Âyet-i kerime'si tecelli etmiş oldu.

"Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resul'üm! Senden de, Nuh'dan da, İbrahim'den de, Musa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da." (Ahzâb: 7)

Birisi peygamber, birisi ashâb. Onların her fırsatta yardıma ve her desteğe hazır oldukları anlaşılmış oluyor. Değil veliler, peygamberler dahi yardım ediyorlar.

Bu ilâhî bir lütuftur, Allah'ım lâyık etsin.

Onlar orada bu şekilde zuhur etmekle: "İşte biz hazırız, biz yanındayız, destekçiyiz!. Amma siz görmüyorsunuz!" diyorlar. Amma bunu kim bulacak? Meğer destek, onların varlığının zuhuru ile imiş.

Yûşâ Aleyhisselâm uzun boylu bir zât-ı muhterem, Eyüb Sultan Hazretleri ise orta boylu nârin yapılı, kibar bir zât, zaten onu tanıyorum, buraya sık sık gelir, teşrif buyurur.

Yûşâ Aleyhisselâm mücahid, cihatçı ve Hazret-i Allah'ın naz makamında olan bir zâttır.

Bu zât-ı muhterem efendilerimizin yolumuzla direkt ilgileri var.

 

Hacı Bayram Camii'ndeki Hikmet:

Bir defasında Ankara'da bulunuyoruz. Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin türbesini ziyaret ettik. Baktık ki karşıdan eski zaman elbiseleri giymiş iki zât-ı muhterem bize doğru geliyor. Birisi Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh- Hazretleri idi, elinde bir yemeni vardı; diğeri ise Şeyh Edebâli -kuddise sırruh- Hazretleri idi, onun elinde bir şey yoktu, uzunca boylu ve nârin yapılı idi. "Osman bunlar kim?" diye sordum. "Bilmiyorum, tanınmayan kimseler bunlar!" dedi. Bir tanesinin Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh- Hazretleri, bir tanesinin de Edebâli -kuddise sırruh- Hazretleri olduğunu ifşâ ettik.

Buradaki durum neyin ifadesi idi? Destek ve yardım ifadesi idi. "Yanındayız!" demek istiyorlar. Her fırsatta her desteği vermeye hazırlar ve nâzırlar. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan söz aldı.

Hülâsa olarak arzetmek gerekirse; hem peygamberlerin, hem ashâbın, hem de evliyâullahın hazır olduğu anlaşılıyor.

 

Emir İle Yönlendirilme:

Bir defasında Urfa'dan dönüyoruz. Tarsus'taki Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in Kabr-i şerif'lerini her zaman içeriden ziyaret ederdim, işimiz acele idi. "Dışarıdan ziyaret edeyim de hemen geçeyim!" dedim.

Ziyaret esnasında: "Sen İznik'te Abdülvehhâb Hazretleri'ni ziyaret ettin de Eşref-i Rûmî Hazretleri'ni niçin ziyaret etmedin?" buyurdular.

Yani attığım adımlardan haberleri var. Çünkü onlar ölü değil diri.

"Peki! Hemen giderim inşallah!" dedim ve kısa zamanda gittim.

 

Onlar Ölü Değil:

Bir gün de Ashâb-ı Kehf'i ziyaret ediyordum. Baktım, kelb geldi sol ayağıma yapıştı. Yani "Ben buradayım!" diyor. Kelb bu hâli yaparsa hayatta olursa o zâtlar hayatta olmazlar mı?

Onun için onlara karşı sonsuz bir sevgim var. Her gün onları duâ içerisinde anarım. Onun için o güzel yerleri sakın kaçırmayın derim.

Size orada fevkalâde bir hayatın olduğunu duyurmaya çalışıyorum. Yani onlar ölü değil.

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)

Çok evvel ahirete irtihal etmiş büyük bir Zevât-ı kiram'ın köşküne giriyorum. Kapıdan girerken nöbetçiler ayakkabıyı alıyor numara veriyor, bilet veriyorlar. Öyle hizmetçiler var. İçeridekiler fevkalâde yiyip içiyorlar, cennet nimetleriyle rızıklandırılıyorlar. Baktım meyveler yemişler. Hazırlanmışlar ahiret köşkünde bulunuyorlar. Onlar orada oturuyorlar. Gözümle gördüm.

Cennette sümkürmek, tükürmek, abdesthaneye gitmek olmadığı için lâtif nimetlerle nimetleniyorlar ve yaşıyorlar. Bir kişiye seksen bin hizmetçi veriliyor.

Bu dünya, bir çalışma mahallidir. Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur." (Necm: 39)

Ve hayatın bütün zevki iman sahibi için çalışmaktır. Ebedî saadeti hazırlamaktır. Yoksa dünyada zevk, safa aramak çok büyük bir hatadır. Huzur lâzım! O da Hakk'tan gelir, halktan gelmez.

 

"Bu Kitap Hak, Bu Kitap Elbet Doğrudur!"

"Kalblerin Anahtarı" Külliyatının "Sözler ve Notlar" serisinin "Sözler ve Notlar 2" isimli kitabı baskıdan yeni çıkmış, kendilerine kardeşler tarafından takdim edildiğinde ağlamışlar ve şükür etmişlerdi. (1987)

Zât-ı âlileri kitabın getirildiği ilk günü bir sohbetleri esnasında şöyle anlatmışlardı:

"Pazar günü Bursa'dan kardeş telefon etti;

"Kitap çıktı, müsaade ederseniz geleceğim ve kitabı da getireceğim!" dedi.

"Buyurun, memnun olurum!" dedim.

Telefonu kapadım oturuyorum, o anda Almanya'dan bir telefon geldi. Kardeş bir rüyâ görmüş, kitabın çıktığından da haberi yok.

Diyor ki: "Burada (rahmetli) Mustafa Kaplan kardeş bir rüyâ görmüş, onu size arzedeceğim."

Onlar daha yeni ihvan, kitaptan ve kitabın çıkacağından bile haberleri yok.

Kardeşimiz görmüş ki; "Ev kadar yüksek bir kayanın üzerinde sanki sehpa gibi imiş, üzerinde bir kitap var, beğenilmiş. Cebrâil Aleyhisselâm o esnada yukarıdan aşağıya indiriyormuş ve: 'Bu kitap hak, bu kitap elbet doğrudur, elbet doğrudur, elbet doğrudur!' diyormuş. Cebrâil Aleyhisselâm'ın kanatları var, uçak gibi ama insan şeklinde ve sonra kitabı alıp götürüyormuş..."

Daha elime geçmedi, nasipse biraz sonra gelecek inşallah dedim.

İlâhî takdirden, ilâhî tasdikten geçmiş. Üç saat sonra kitap elime geçti."

Cenâb-ı Hakk murat ederse bu nuru yayacak, nurunu yayacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk'tan bir istirhamım var:

"Yâ Rabb'i! Bu nur senindir, bu nurunu hayatımdayken de vefatımdayken de sen yay. Bu senindir, dilediğin yere yay. Gönüllere bir muhabbet lütfet.

Yâ Rabb'i! Ayaklarımı rızânda sabit kıl, lütfunla beni destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra bile bu nurun yayılmasını, kalplerde bir sevgi lütfeyle."

Onun için; "Allah'ım gayretimizi artır, ilmimizi artır, nurumuzu tamamla..." deriz.

Bu rüyâ üzerine ilk basılan kitabın o anda gelmiş olması mânidardır. Zira ciltli kitapların ilki olarak "Sözler ve Notlar 2" çıkmış daha sonra 1. cilt çıkmıştır. Bu ciltler daha sonra 10. cilde kadar devam etmiş Külliyat da 40'a yaklaşmıştır.

Külliyata Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla Kur'an-ı kerim'in tamamı girmiştir. Bu nedenle bu külliyat; Âyet-i kerime'lerin zâhiri, bâtıni ve ledûni tefsiri mahiyetindedir elhamdülillah... Hep O'nun ihsanı, hep O'nun ikramı...

Kitaplarda yok ki okuyayım. Ben bilmiyordum ki söyleyeyim! Bu ilim benim değil. Bu ilim ne verilmiş ise, ne dökülmüş ise odur. Bu o zaman İlmullah oluyor. Doğrudan doğruya İlmullah'tır. Bu yüzden bu kitaplar ilâhi tasdikle mühürlenmiştir.

 

Mânevi İrtibat:

Bundan otuz sene evvel bir gün çok sıkılmıştım, belki de fazla üzülmüştüm. Bursa'ya, Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ziyarete gittim. Ziyaret esnasında;

"Amma da yaptın ha! Bir Sünnet-i seniyye için insan bu kadar üzülür mü?" buyurdular.

"Hay Allah râzı olsun. İbtilâ'nın Sünnet-i seniyye olduğunu sen bana hatırlattın!" dedim.

İbtilâ'nın en şiddetlisi peygamberlere verilir. Sonra velilere gelir. Sonra imanın derecesine göre gelir. Bu miras-ı İlâhî oluyor. Fakat herkes mirası maddi arar. Hazret-i Allah sevgili kullarına manen verir. Onun mirası da ibtilâdır.

Bursa'ya gitme isteğimiz, Bursa'daki zâtları çok sevdiğimizden. Orhan Gazi olsun, Osman Gazi olsun, bu zâtları çok severim. Çünkü onlar nasıl çığır açtılar, nasıl nuru yaydılar, nasıl medeniyeti götürdüler. "Allah sizden râzı olsun! Sizi ziyaret etmek benim boynumun borcudur." diyorum.

"Allah-u Teâlâ'nın bir sevgilisini ziyaret edeceğimiz zaman, evvelâ Cenâb-ı Hakk'a sığınırız.

'Allah'ım! Bu zât-ı muhtereme karşı edebe mugayir olmayacak bir hâl bahşet. O hâl ile huzuruna gideyim.' diye niyaz ederiz, ondan sonra ziyaretimizi yaparız."

 

Telkin Edilen Virdler:

Emir Sultan -kuddise sırruh- Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunurken:

"Ni'mel Mevlâ ve ni'men-nasîr" Zikr-i şerif'ini verdiler.

Bundan o kadar istifade ettim ki, Mevlâ'mı içimde olarak kabul ettim.

Bir başka ziyaretimizde:

"İnnehû min Süleymâne ve innehû Bismillâhir-rahmanir-rahîm" buyurdular.

Hepsi bunun içinde, anlayabilirsen anla. Çok gizli esrarlar var. Onlar açmadıkça yine hiçbir şey anlaşılmaz.

Emir Sultan -kuddise sırruh- Hazretleri bir ok attı, amma kırk asker öldü. Bunlar gizli şeyler. Buradan lâtifeler çalışıyor. O lâtifeleri zaten O halketmiştir, O çalıştırıyor. Bazısında kişinin haberi olur, bazısında olmaz.

Meselâ; bir hanım kardeşimizin önüne bir gün bir tavuk konulmuş. O anda bizi karşısında görünce: "Bu tavuk yenmez!" demiş.

Halbuki benim haberim bile yok. Allah-u Teâlâ dilerse o lâtifeyi çalıştırır, onu o kötülükten kurtarır. Fakat kişinin haberi olmaz.

 

Rabb'im Dilerse Âlemlere Duyurur:

Caminin kenarında da bir kimse dikkatlice Efendi Hazretleri'mize doğru bakıyordu. Bizimle beraber gelen kardeşlerimize yaklaşarak; "Bu zât kim?" diye sormuş. Kardeşimiz de; "Ömer Öngüt Efendi" diyerek tanıtınca; "Allah Allah, ben onun için burada bekliyorum. Bana üç gece üst üste rüyâmda; 'Eyüp Sultan'a git, oraya çok büyük bir zât gelecek' dediler" demiş.

Efendi Hazretlerimiz bu mevzunun arz edilmesi üzerine;

"Gördünüz mü, bizim işlerimiz hep böyledir, bizim ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi programlarlar, biz emirle yürürüz. Eyüp Sultan Hazretleri'nde karşılaştığım zâtı çözemedim, dünya ehlinden değildi, gayb âleminden bir zât idi." buyurmuşlar.

 

Yalnız Merkeze Gelirler:

Bir akşam toplantı vardı, çok hastaydım, oturuyordum. "Biriniz çıksa burayı idare etse." dedim.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri idareyi eline aldı. Dedim ki; "Böyle bir zât-ı âliniz olursa ben çekileyim!"

"Yok, biz sen varsın diye geliyoruz, yoksa gelmeyiz!" dediler.

Elhamdülillâh! Teşrif buyuruyorlar, destekliyorlar, yalnız bırakmıyorlar. Bazen; "Yine oradalar mı?" diye bakıyorum, hep aynı yerdeler.

"Rüyâmda biz kardeşlerle dersteydik. Amma siz derse katılmamıştınız. Beyaz bir kıyafet giymiş olarak geldiniz, "Mehmet Efendi biz derse katılmadık ama sizi şu şu Evliyâullah'a teslim ettik" dediniz."

"Bunun sırrını şöyle açayım:

Bu akşam toplantı mahallindeyken çok hasta idim. "Ben bu akşam rahatsızım siz idare edin" dedim. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri çıktı idareyi eline aldı. Bir saate erince "Ben çekileyim!" dedim. "Yok siz varsınız diye biz geliyoruz" dediler.

Yani ben hayattayım, öleyim devam edin. Burası boş değil. Allah'ım boş bırakmasın. Daima lütuf, feyiz ve bereketini ihsan buyursun. Buraya Ravza-i mutahhara'nın şubesi denmiş. Onun için ben hayatta olayım, öleyim siz devam edin."

 

Tevâzu'nun En İncesi:

İbrahim Aleyhisselâm ile Cenâb-ı Hakk bizi yaklaştırmış. Bazı zevât-ı kiram; Hacer Vâlidemiz'den geldiğimiz için "Asıl babası odur!" buyuruyorlar.

Bu hususta Şeyh Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"inde; "İbrâhim Halîlullâh Efendimiz'in evlâdı içinde Hacer'in oğludur." buyuruyorlar.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu sırrı şöyle ifşa ediyorlar:

"Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm: 'Allah'ım! Sen gökyüzünde teksin, ben de yeryüzünde tekim.' buyurmuşsa, o da Allah'ın yeryüzündeki 'Tek'idir.

Nitekim Peygamber Aleyhisselâm:

'Bu ümmetin içinde kalpleri İbrahim Aleyhisselâm'ın kalbi üzerinde bulunan erler vardır.' buyurmuştur." ("Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resûl"; c. 1, s. 479-480)

İbrahim Aleyhisselâm ile çok ilgim var. Biz Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla bazen sıfat değiştiririz. Bunlar bâtınî gizli işler. Bir gün Makâm-ı İbrahim'in taşlarının altına girdik. Fakat oraya girdiğimizi kimse bilmiyor. Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile İbrahim Aleyhisselâm karşıdan geliyorlar. İbrahim Aleyhisselâm geldi ve taşın üzerine oturdu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Kalk! Bak altında ne var!" dedi. Bir de kaldırdı ki sırtımdaki o levhayı gördü; "Allah" yazıyor. Onu görünce İbrahim Aleyhisselâm şöyle bir irkildi ve: "Yâ! Ben kimin üstünde oturuyormuşum!" buyurdu.

Onun için, şükürler olsun ki Rabb'im dilediği yere koyar, indirir, çıkarır. Fakat mahlûk mu, hükümsüz. Hüküm Sahib'ime ait. Ama çok güzel bir şey; Cenâb-ı Hakk bunları gösteriyor, seyrettiriyor, konuşturuyor, bu da bir nimet!

Yani Allah-u Teâlâ bize yerin dibini sevdirmiş, yerin üstünü değil. Bize; mahviyeti, taşlar altına gizlenmeyi, ayaklar altında bulunmayı sevdirmiş. Fakir daima her fırsatta deriz ki: "Allah'ım! Boynumu sevgililerin ayağının altına koy..." Bu halât her zaman için kalbimden geçer.

Biz arzumuzla hareket etmeyiz, nereye emrolunursak oraya gideriz.

Yürütürlerdi bizi, "Git!" derlerdi giderdik, yaz, kış. Bazen kar bileklere kadar yığılmış olurdu.

"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)

Âyet-i kerime'de geçen "Essaihune" çok gizli.

Bu, Âyet-i kerime orada tecelli oldu. Çok manalara gelir. Hem oruç, hem de seyahat manasına gelir. Amma emir seyahat. Seyahat gezme manasında değildir. O seyahat yürütme manasına gelir ki, hikmet ve ibret tahtındadır.

 

Hassasiyet:

Allah'ım numune etsin. Askerde şube askeriydim. Mektup yazmak için kullandığım kâğıdı yerine koyardım. Ben buradan kâğıt harcadım, mürekkep harcadım burada benim hakkım yok derdim. Devlet malı diye düşünürdüm. Kimseye söylemeden çarşıdan kâğıt alır ve oraya koyardım. Bunu bana Rabb'im yaptırıyordu. Bu devletin malıdır, bunu benim kullanmaya hakkım yok diye düşünürdüm.

 

Cenâb-ı Hakk'ın Kudret Elindeyiz:

Bir gün Cennet-i alâ'nın yolunu gösterdiler. Cennet-i alâ'nın yoluna akıl erdiremedim. Cam değil, taş değil, her nereye baktıysam akıl erdiremedim. Aklım yetmedi. Hayvanları uçuyor, yürüyor, arabaları var. Aklına gelen her güzellik var. Fakat Yaratan hepsinden güzel.

Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.

Allah-u Teâlâ:

"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruyor. (Duhâ: 4)

Amma gel de inan!..

Biz o hayata aşinayız; hayat vefat hiç fark etmez. Yalnız Sahib'im nasıl murat ederse...

Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.

Benim; kalmamla gitmem, Sahib'imin kudret elindedir. Ben Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyim. İster alır, ister bırakır, nasıl isterse öyle yapar. Onun için ölüm için bir telâşım yok...

Biiznillâhi Teâlâ Hakk bizi ihata etmiş, mahlûk bizi ihata edemez.

İşte siz bu yolun içinde bulunuyorsunuz. Onun için kuru ekmeğe râzı olun, Hakk'tan ayrılmayın. Ben gidiyorum...

 

Kabre Girmeye İki Karış Kala Değişen Sıfat:

Bir akşam üstü idi, bir kardeşin vefat haberi geldi. Fakat o anda sıfatını gösterdiler, çok korkunç bir sıfatla vefat ettiğini gördüm. Sevdiğim bir kimse olduğu için çok mükedder oldum. Dikkat edenler bu hâlimi anlamış olacaklar ki, "Bu hâliniz nedir?" diye sordular. "Bir şey değil!" dedik.

Sıfatını gördüğüm halde bu kardeşin cenazesine yine gittim. Kabrinin karşısında durdum ve şöyle niyaz ettim. "Allah'ım! Sen hükmünde hikmet sahibisin, hakikati ancak sen bilirsin. Bu kardeşi biz çok iyi biliyoruz. Ne olur bunu affet!" Kabre girmeye iki karış kalmıştı, Allah-u Teâlâ, sıfatını sildi. İnsan suretinde aşağıya gitti.

Bu duâmı kabul ettiğinden ötürü Allah-u Teâlâ'ya öyle şükrettim ki, gözlerimden yaş boşandı. Kimse görmesin diye de usulca oradan çekildim.

Bu ki sevdiğimiz bir kardeş, bu hale düşüyor. Demek ki boşluğu varmış, sıfat-ı hayvaniyeyi tamamen izale edememiş.

 

İbtilâ'nın Mükâfatı:

İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır." buyuruyorlar. (Marifetnâme)

Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ'ya yakın olan insanların hasta oluşuna, ibtilâ çekişine acımayın. Hastalık, günaha kefarettir, yıkar. İbtilâ, derecelere işarettir, çıkarır. Bununla Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunu kontrol altına alır ve bunları yapar.

Elhamdülillâh! Şükürle vakit geçiriyorum. Buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür.

O'ndan gelen hep hoş, tasalar hep boş...

Bir defasında hemşire bir kız kolumu yaralamıştı, bir daha o kolumdan işlem yapılamadı, çok hastalandım ve tekrar ameliyat oldum.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz buyurdular ki:

"Bunu biz yaptık! Sakın kimseye bir şey deme! Bizden geldi bu sana."

Onlar işe müdahale ediyorlar.

Peki dedim. Allah râzı olsun...

Şöyle bakıldığı zaman Allah ve Resul'ünden geliyor bu ibtilâ. Onun için tatlı.

Bu bir teslimiyettir, Hakk'a boyun eğmedir. Bunu yalnız dil ile değil, bütün kalıbı ve kalbi ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.

O'ndan çıkacak ilâhi hükmü peşinen kabul edenler, her emrine âmâde olup, samimi ve ihlâsla yönelip boyun bükenler hakkında Allah-u Teâlâ iltifatta bulunmaktadır:

"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)

Hatta size bir sır daha vereyim:

Bir gün İstanbul'a Eyüb Sultan Hazretleri'ne ziyarete gitmiştim. O gece namaza kalktığımda, abdest alırken ayağımı lavaboya kaldıramadım ve düştüm, elimin bileği çatlamış. O gün sırf onu ziyarete gitmiştim. Bu hâdisât oldu, buyurdular ki: "Bir rütbe de bizden olsun!" Elhamdülillâhi Rabb'il âlemin. Bunlar hep O'ndan geldiği için güzel!..

"Rütbe-i bâlâ" denilen Hakk'tan gelen bu yüksek rütbeye bir tane daha eklenmiş oldu.

Bir ayda üç ameliyat geçirtti, akılda hayalde yoktu. Niçin? Öyle takdir etmiş. O merdiven de öyle tecelli etmiş.

O merdivende o tecelliyatı koymuş. O tecelliyat bitecek, o merdiven aşılacak ki O'na ulaşılacak.

Bunlar hep tekâmüliyet. Tekâmüliyetin tekâmüliyeti. Tecelliyatın tecellileri... Bunları, sizin anlayacağınız şekilde anlatmaya gayret ediyorum. Oysa anlatılamayan öyle sırlar var ki akıl, havsala almaz.

 

Beni Benden Fazla Seven Allah'ım Var!

"Dikkat ediyoruz ne zaman ibtilâ büyük olacaksa, hemen boğazımızı kesiyorlar. Gelecek ibtilânın büyüklüğünü oradan öğreniyoruz.

İbtilâ acı gibi görünür. Fakat aslında ne kadar tatlıdır, ne kadar güzeldir.

Bazı dostlarımız yalnız diye bize acır, düşmanlarımız sevinir. Bize acıyan dostlarımız ne olur kendilerine acısalar! Çünkü beni benden fazla seven Allah'ım varken, benim için takdir ve hüküm yürütmüşken, dostum beni ne kadar sevebilir?

Gerçekten görüyorum ki, Allah'ım beni benden fazla seviyor. Çok defa uçurumun kenarına geliyorum, eğer beni bana bıraksa mahvolacağım. Beni tutuyor ve kurtarıyor.

Beni benden fazla seven Allah'ım bana kötülük yapar mı?

Hep bal verecek değil ya, bazen de zehir verir. İnsan sabrederse o zehir de bal olur."

"Nefsin birçok arzuları, muhabbet ettiği şeyler vardır. Bir ağaç büyüdüğü yere kök saldığı gibi, bu muhabbetler de insanı dünyaya bağlar.

İbtilâ ise bu bağları keser koparır. O bağlar kesilirken bir acı duyuyorsun amma, seni kabuğuna çekiyor. Dünyaya kökleşmemene, yayılmamana, dağılmamana en büyük vesile oluyor. Mevlâ seni sana bıraksaydı, köklerin uzayacaktı, dünyaya kökleşecektin.

Halbuki dünya geçicidir. Bütün ömründe bir gün bile cefa görmesen, cennetin bir saniyelik lezzetine değmez. Madem ki değmiyor, nesi var değecek?

Sen ibtilâyı ateş gibi görüyorsun, halbuki en büyük rahmet."

Terakkiyat yolunda bir sâlike ezelî taksimi nispetinde deniz dalgaları gibi ibtilâlar gelir.

O bakımdan senin de hazır olman lâzım. Hangi rüzgâr olursa olsun, hangi imtihana çekilirsen çekil, hangi ibtilâya maruz kalırsan kal; Cenâb-ı Hakk'a sığın, Pirân-ı izam'dan istimdat et, yılma, yıkılma, düşme, sebat et... Azmedersen, Hazret-i Allah da o bütün dalgaları kırar.

"Şu ibtilâyı vereceğim, şu mükâfatı da peşinen vereceğim." dese, kul belki çekinir.

Fakat O dilerse hem verir, hem yükler, hem de götürür. Kolay değil, hafsalanın alacağı işler değil, demek istiyoruz.

Bir ibtilâ ki seni Hazret-i Allah'a yaklaştırıyorsa rahmettir, uzaklaştırıyorsa felâkettir. Nefis kendisini haklı çıkarır. "Böyle olmamalıydı." der.

Bunun içindir ki Hazret-i Allah'a sığınmak gerekiyor.

Allah'ım! Ne olur beni bana bırakma. Benim göğe çıkmam için merdiven de yok, yere kaçmak için bir yolum da yok. Mülk senindir, mahlûk da senindir. Sen nasıl takdir edersen, ondan başkası da olacak değil. Ben ister râzı olayım, ister râzı olmayayım. Ona da bakacak değilsin.

Şu hâlde insan Hazret-i Allah'a yaslanacak, O sana bu lütfu verirse seni kurtarır.

 

Dilerse Siler, Dilediğini Yazar!

Çok büyük bir ibtilâm var. O ibtilâyı benden uzaklaştırdılar. Düzce'de arkadaki evde seccadenin üzerinde oturuyorum. Bu ibtilânın tekrar geleceğini haber verdiler;

"Allah'ım! Hüküm senindir, hükmüne râm oluyorum!" diye duâ ettim.

O anda alnımda kalemin sesini duydum. "Cız!" etti, bu sesi duydum.

Kalem oynadı amma ne yazdığını bilmiyorum. Ezeli takdiri Cenâb-ı Hakk orada değiştirdi. O ibtilâ geldi amma geçti, bana uğramadı. Çünkü takdiri değiştirdi. Sonra anladım ki o ibtilâyı başka türlüden geçirdi bana gelmedi.

Demek ki O mukadderatı değiştiriyormuş. Allah-u Teâlâ dilerse Levh-i mahfuz'daki takdiri değiştirir. Bunu bizzat kendim de tecrübesini gördüm. Evet, Allah-u Teâlâ kendi takdirini siler, dilediği başka takdirini yazar.

Bunlar çok gizli işler, Hâlık'e ait işler, mahlûka ait değildir. Mahlûkun ne aklı, ne ilmi buraya girmez.

"Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar." (Râd: 39)

 

Cennet Arabaları:

O'nun hazinesinde öyle şeyler var ki, meselâ bir tanesini anlatayım:

Gençtim, o zamanlar fazla araba yoktu. Bir gün İstanbul'a gittim, yeni çıkmış bir araba gördüm. Pırıl pırıl parlıyor. Biraz o arabaları seyrettim. Sonra; "Allah'ım dünyanın arabası bu kadar güzel olunca ahiretin arabası acaba nasıldır!" dedim.

O gece âlem-i manada cennet arabalarını gösterdiler. Yüksek bir yerden arabaya bakıyorum, "Huuu..." diyerek bir ses yapıp hemen gideceği yere gidiyor. Bizi o arabaya bindirdiler, bütün dünyayı bir anda geçti. Dünyayı bir anda küçülttüler. İtimad edin arabadan indiğim zaman bu dünyanın en iyi lüks arabaları cennet arabalarının yanında camekânda satılan teneke parçaları kadar âdi geldi.

Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.

Bir gün bir mânâ gösterdiler. Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok, yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah, olsa olsa dedim, bu Cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.

Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.

 

Evvelden Almışlar!

"Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri bir manâ üzerine:

"Oğlum sizi evvelden almışlar." buyurdular.

Yani "Aldık!" dahi buyurmadılar da; "Oğlum sizi evvelden almışlar." buyurdular.

Üç veya dört yaşlarında oldu bu hâl. Hatıra geldi anlattık, meğer o zaman almışlar.

Gizli bir hâldi. Tam yataktan kalkıyorduk, bizi tekrar yatırdılar. Ayrı bir âlem içinde bulunduk, sonra kendimize geldik. Annemize anlatınca, "Bir rüyâdır." deyip geçmişti.

Efendi Hazretleri onu hatırlatıyordu. Yani o zaman aldıklarını hatırlatıyordu. Bu rüyâ değildi, çünkü yataktan kalkıyorduk, yatırıldık."

 

Bu Gence İyi Bakın!

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş olan Hafız Bayram Efendi şöyle anlatmıştı:

"Efendi Hazretleri, siz çarşının neresinden görünürseniz görünün, göründüğünüz yere doğru gözlerini diker, siz geçerken gözleri ile kayboluncaya kadar sizi takip ederdi."

İntisaptan evvel, yani çocukluğumuzda olmuştu bu ve biz buna hayret ederdik, bir hikmet arardık.

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne:

"Efendim! Bu gence niye nazar ediyorsunuz?" diye sorulduğunda.

"Hah! Bu gence iyi bakın!" diye buyurmuşlar.

 

Emir Edepten Üstündür:

Bir gün Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyorduk. Vâlide Hanım'a: "Kahve yap!" diye emrettiler.

Kahve geldi: "İç oğlum!" buyurdular ve bize kahve içirdiler.

Halbuki kahve içeceğimizden değil. Çünkü ben ondaki esrarı bilmem ki. Öyle bir âdetleri de yoktu. O kahvenin içine koydukları şeyi bize vereceklerdi. Herkes kahveyi görür, içine ne koyduğunu kimse bilmez.

Hatta bir defasında da şöyle oldu. Setin üzerinde bir minder vardı.

"Oğlum otur şuraya!" buyurdu.

Hemen yerimizden kalkıp oraya oturduk. Niçin? Emir olduğu için. Yoksa diğer zamanlar huzurlarına girerken parmak uçlarına basarak girerdik, "Acaba bir hata mı işleriz?" diye.

Allah'ımıza sonsuz şükürler olsun ki böyle sevgililerine bende eylemiş.

 

Ezelî Takdir:

Hatta intisaptan sonraki günlerde, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunurken bazen, "Oku hâfızım!.." buyururlardı. Veyahut ders almak için birisi geldiğinde Hafız Bayram'ı katıp bize gönderirler, "Hafıza götür bunu, ders versin!" buyururlardı. Halbuki biz o zaman çocuktuk, dersten bile haberimiz yoktu. "Hafızlık bizde ne gezer!" derdik. Bize hep "Hafızım!" derlerdi.

Hafız Bayram Efendi, senelerdir huzur-u saâdetlerinde bulunmuş, oranın çok eskisiydi. Elli, elli beş yaşlarında, hafız her bakımdan tekâmül etmiş bir zât idi.

Bunların hepsi Hazret-i Allah'ın ezelî takdiridir, murad-ı ilâhî'dir. Yoksa mahlûka âit hiçbir şey yoktur. Nasıl murad etmişse öyle olur.

Biz bunun hikmetini anlamazdık, sonra sonra gizli sırlarına vâkıf olmaya başladık.

Vakta ki otuz üç sene sonra Vahdet-i vücud mevzuâtı üzerinde dururken bu sır açıldı. O zaman anladık ki, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin neler dürdüğünü, neler söyleneceğini biliyorlarmış ve söylememizi de emrediyorlarmış.

"Yaz! Sana verileni ver!" buyuruyor. "Oku!" dedikleri zaman oku! Yıllar sonra anladım ki Vahdet-i vücud mevzuâtını yazarken, yazmamı istiyorlar. Eğer görebilirseniz her şeyde yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ü diyoruz. Her şeyde lütf-u ihsanını görebilirsiniz. Bizi lütfuyla destekliyor.

 

Hayat İmtihanı:

Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsan buyurmuştu, yeni intisap etmiştik. Üç veya dört gün sonra yatsı namazı için abdest alıyorum. Bakıyorum ki Efendi Hazretleri'nin gece evine girip çıkanlar var. Tabi hiçbir şey bilmiyorum. Hem çocuğum, hem yeniyim. Ne var bir bakayım dedim. Meğer Adapazarı'ndan Cevdet hoca gelmiş, birçok kimseler gelmiş ziyaret ediyorlar.

Elimize fırsat geçmişken biz de gidip istifade edelim dedik ve peşlerinden gittik. Gittim ama oda tıklım tıklım dolu. Bir yer bulamadım, oda kapısının arkasında bir yer buldum orada oturdum.

Bu arada boş oturmaktansa râbıta yapmak hatırımıza geldi, içimizden doğdu. Bir râbıta yaptım hiçbir şey alamadım. Halbuki Efendi Hazretleri karşımda. Bir râbıta daha yaptım yine bir şey alamadım. Üçüncü defada bir Fâtiha-i şerif, üç İhlâs-ı şerif okuyup râbıta yapınca birdenbire bütün vücudum Efendi Hazretleri'nin yanına gitti. Bir anda Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine uzanmış olduk, bu uzanış hâlledir, kal ile tarifi imkânsızdır.

Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler, uzanmamla kılıçlarını çekmeleri bir oldu, biz de boynumuzu uzattık. Kesilmesi bir kıl mesabesinde idi. Boynuma bir damla kadar kaldı. O bir damla miktarı kalınca çekti kılıcını o kadar. Kendime geldiğimde kendimi yine oturuyor gördüm. Bu ilk intisabımızda, hayatta en canlı bir şekilde bir sahne geçti. Hepsi bir an içinde oldu, an içinde an.

Misafirler elini öpüp yavaş yavaş ayrıldılar, yatsı namazına gittiler. Ben en sona kaldım. Efendi Hazretleri'nin elini öptüğümde elimi tuttu. Uzun zaman bırakmadı. Bu hayatımın ilk imtihanı. Daha üç günlüktüm. Benim ilk imtihanım hayat vermekle başladı. Hamd-ü senâlar olsun. Böyle kendiliğinden boynumu uzattım, kılıcı çekti bir damla kaldı. Kesilmesi adeta kıl mesabesindeydi. Bu ilk imtihanım hayatla, ölümle oldu.

Yani orada büyük bir can imtihanı geçmiş oldu.

Tasarruflarını kullandılar ve imtihana tâbi tuttular. "Acaba boynunu uzatacak mı çekecek mi?" diye.

Allah-u Teâlâ evvelden ikramda ihsanda bulunduğu için boynumuzu uzattık, onlar da kılıcını kaldırdılar. Bu artık kulun yapacağı bir iş değildi, orada zuhur eden Allah-u Teâlâ'nın ezelî ikramı ve ihsanı idi. Kıl kadar kalınca kaldırdılar, bunun büyük bir imtihan olduğunu anladık.

Henüz bir haftalık iken canımızı verebileceğimiz, o teslimiyet lütfedildiğinden, aynel-yakîn husule geldi ve boynumuzu uzatmış olduk. Gizli bir noktadır.

"Allah'ım! Bu uzattığım boynu bir daha geri çektirme! Bu boyun senin, bu kafa senin, onu rızânda kullan!" dedik.

İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut bilinmesin. An içinde âna tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ'nın ezelî lütfu husule geliyor, meydana çıkmış oluyor.

Râbıta-i şerif'ten önce okunan Fâtiha-i şerif ve İhlâs-ı şerif'ler oradan kalmadır.

 

Korku ve Ümit:

Efendi Hazretleri'nin evi, caminin karşısında olduğundan her gün ikindi namazından çıkınca ziyaret ederdik. Camiden çıkardık, ziyarete giderdik. Âdetimiz öyle idi, öyle alışmıştık. Evin çocuğu gibi girip çıkardık.

Yine bir ikindi sonrasıydı, ziyaretine gittim. Gördüm ki hiç oturmadığı bir yerde oturuyor. Elini öptüğüm zaman: "Atarım! Atarım!" buyurdular. Hem eliyle hem diliyle...

Elini öptüm ve ayrıldım, amma çok üzüldüm. Hayatımda ilk olarak böyle bir hadise ile karşılaşmıştım. Öyle bir hâl içerisine girdim ki, şiddetli bir üzüntü geçirdim. Kapıdan çıkınca gökyüzüne baktım ve Mevlâ'ya iltica ettim:

"Allah'ım! Sana ulaşmam için bir bu kapı vardı, bu kapı da kapanırsa benim hâlim ne olur?" dedim ve çok üzüldüm. Bu üzüntü bizde gece de devam etti.

Ertesi günü yine ziyaretine gittim ve kapının yanına oturdum. O zaman yirmi bir, yirmi iki yaşlarındayım. Fakat bu sefer mutad oturduğu yerde, bahçenin çıkış kapısının yanında oturuyordu. Dün hiç oturmadığı bir yerde oturuyordu, bugün bahçenin nihayetinde oturuyor. "Atarım!" buyurdukları zaman kimse yoktu. Bu sefer de kimse yoktu. Elini öpmek istedim, elimi tuttu ve gözlerini yumdu, uzun bir müddet murakabaya daldı. Bu arada gelenler olmuş, "L" şeklinde içerisi dolmuş. Fakat Efendi Hazretleri kimseye bakmıyordu. Ben bu gelenlerin bir tanesini ne gördüm ne duydum. Çünkü benim telâşım acaba "Atarım!" der mi? Bir müddet sonra gözünü açtı, omuzumu okşadı. 'Aferin! Aferin!' diye iltifatta bulundu, amma o iltifat benim kulağıma girmiyordu. Elhamdülillâh beni atmadılar. Kim bilir imtihan ediyordu belki de. Bir kere oldu bu. Tabii ki burada gizli haller var.

Şimdi "Atarım!" dedikleri zaman kimse yoktu, "Aferin!" dedikleri zaman herkes vardı. Buradaki hikmetleri onlar bilir. Onun için şu sözle, şu sözün arasındaki manaları bir düşün. Neler düşünüyor, neler oluyor? Onun için buralara çok dikkat ederdim. Küçücük bir hareket Cenâb-ı Hakk'ın yol vermesiyle yolun tıkanmasına vesile olur.

Bazı veliler der ki en büyük dersi köpekten aldım. Köpeğe, "Git!" dersin gider, "Gel!" dersin gelir ve hiç gücenmez. Onun için insan emre tabi olacak; git git, gel gel. Kapıdan kovsa bacadan gireceksin, bacadan kovsa kapıdan gireceksin. Yani o kapıdan ayrılmayacaksın.

Ya "Atarım!" dediği zaman gitseydim ne olacaktı? Onun buradaki "Atarım!" sözü bakın ne kadar mühim bir imtihan olmuş oldu.

Atarlar, satarlar amma başka kapı yok. Yoldan atılan hangi kapıya girer şimdi. Olalım, ölelim, burada olalım...

 

"Okuduğun Sana Yeter!":

İntisaptan sonra öyle bir arzu doğdu ki, hiçbir şey bilmediğimizden, her şeyi öğrenelim istiyorduk. Tahminen bir-iki haftalık iken bir pazar günü Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerine girdik. Bize döndüler ve "Yeter!.." buyurdular. Bir şeyi yasak ettiklerini hissettik, fakat ne olduğunu anlayamadık.

O girdiğimiz gün pazardı, bir hafta sonra diğer pazar günü tekrar girdik. Bu defasında dört kişi daha bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz en arkada kalmıştık. Efendi Hazretleri bize sıra gelince: "Yeter!.. Yeter!.." buyurdular.

Ve bizim hayat boyunca Efendi Hazretleri'nden aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir almış değiliz. Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.

Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? "Her halde dersin haricinde okuduğumuz şeyler var, onları men ediyorlar!" dedik.

Emir kat'î olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Arka arkaya, üç, dört kelâm duymuş ve açık bir emir almış değiliz. Çözebilirsen hakikati bulursun, çözemezsen bu hakikat kaybolur gider. Bunun içindir ki, en küçük bir işaretlerini kaybetmeyelim diye dikkat kesilirdik.

Kısa bir müddet sonra askerlik çıktı. Şubede olduğumuz için hemen hemen beş vakit namazımızı da camide kılıyorduk. Muhterem bir hocaefendi vardı. Bir Cuma günü cemaate; "Kitapta yeni bir şey gördüm, sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:

'Sübhânellâhi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm.'

Denilirse on günah gidiyor, on sevap veriliyor, on derecât artıyor." dedi. Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık, tahminen bir gün devam ettik.

O gece âlem-i mânâda tanımadığımız bir kimse ile bir deniz kenarında bulunuyoruz. Bir de baktık ki Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Hazretlerimiz küçük bir odada yatıyorlar. Duvarda bir de levha vardı, kalktıkları zaman mübarek sırtları o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Tam karşı karşıya gelmiş bulunduk. O anda bize buyurdular ki:

"Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!"

Zaten tahmin ediyorduk da, şimdi daha iyi anlamış olduk. Bu sözleriyle: Sana bir defa "Yeter!.." dediler, sen anlamadın. İkinci defa "Yeter! Yeter!.." dediler, sen yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: "Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!"

Yani birisi hepsi, hepsi birisi olduğunu anlatmak istiyoruz.

Efendi Hazretleri o hepsinin sonuncusu idi ve son bakla idi.

Bu son baklayı Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle anlatırlar:

"Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Diğer baklalar altındır, zamanın Pir'leridir. En son bakla bakırdır, o da benim. Amma birisi: 'Bu altın baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi var?' deyip sallarsa, o altın baklalar da sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır."

Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size onu anlatmış oluyoruz.

 

"Bize Gelen Bize Yeter":

Eczacı bir hanım komşumuz vardı. Ayakkabısını akşam üstü alması için söz verdim. Bu arada Hacı Bey adında bir zât geldi. Bu Bey, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş, müşkilat memuruydu, hep onunla beraberlerdi, yaşlı bir zâttı.

"Efendi Hazretleri'ne gidelim. Ben İstanbul'a gidiyorum. Bir daha ya görürüm ya göremem." dedi.

Ben çocuğum o zaman. O kadar ihtiyar ki, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş. "Hacı Bey benim elimde iş var." diyemedim. Kalktık, Efendi Hazretleri'ne gittik. Huzura girdik, fakat benim kalbimde ayakkabı var. Geride durdum. Konuşmazdı, baktı. "Gel!" dedi. Yarıya kadar geldim. "Gel, gel!" dedi. Huzuruna kadar aldı.

Şöyle buyurdu: "Onları at! Onları at! Bize gelen bize yeter."

Burada gizli mânevi hâl geçiyordu. Hacı Bey bir daha gelip Efendi Hazretleri'ni ziyaret edemedi. Birkaç sene sonra Efendi Hazretleri vefat etti. İstanbul'da Hacı Bey'le karşılaştım. Fakat onun içinden bir türlü o uhde gitmemiş.

"Efendi Hazretleri sana ne söyledi, ben hiçbir şey anlamadım." dedi.

Halbuki ömrünü onunla geçirmiş. İç yüzünü açtım. Hacı Bey, benim çok mühim bir işim vardı. Söz verdiğim bir işti. Fakat sizin teşrifinizde ben bunu size söyleyemedim. Gönlümde de o vardı. Efendi Hazretleri bizi ikaz etti; "Bize gelen bize yeter. Bunları kalbinden at!" diye buyurdu. Ve hem kalpten atıldı, hem hayat boyunca telâş etmedim. Binaenaleyh işin iç yüzü buydu.

Ömrü Efendi Hazretleri'yle geçmiş Hacı Bey dahi çekiniyor. Zamanın "Kutbu" olduğunu biliyor. "Lap, lup gidemem onun huzuruna." diyordu. Sığınacak bir rehber arıyor.

Huzuruna gitmek için rehber arıyor. Çünkü onun ne olduğunu biliyor. İşler çok nazik, çok ince, çok dakik ama uydum kalabalığa değil.

 

Tamah'tan Sakınmak:

Muhtaç olmamak için tabii ki çalışacağız, kazanacağız. Amma sizi zengin olmaya da teşvik etmiyorum.

Eğer Allah-u Teâlâ beni zengin yapmayı murad etseydi, inanın sırayla apartmanlarım olurdu. Çünkü 1942'de işe başladım. 1944'te zaten Düzce zelzelesi oldu; o zaman evde bir atölyem vardı, dört tane kalfa çalışırdı. Bu kalfalar da Ankara'dan, İstanbul'dan temin edilmiş kalfalardı. Düzce'de böyle bir iş yapan da yoktu, bu şekilde işe başladım.

Tâ on altı yahut on yedi yaşlarında bu işe başladık, hepsi on dokuz, yirmi yaşımıza kadar sürdü. İntisap ettik, hâlen; "İşini küçült, küçült!.." dediler de indirdik. Yoksa zengin olmak icap etseydi apartmanlarım olurdu. Çünkü o zaman ona göre bir iş vardı.

İkincisi; bir kardeş geldi, "Dükkân çalışıyor, atölye de çalışıyor, biz bir kavafiye açalım!" dedi. Bir istihare yapayım dedim; yaptım, çıkmadı, memnun olmadılar. "Mehmet, pek müsaade edilmedi!" dedim. O zaman kavafiyeye başlayanlar zengindi, amma bizim yapacağımız kavafiye de ayrıydı.

 

Hakikatin Duyurulması:

Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; Hak ve hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.

Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur. Nasibi olanlar hemen filizini verir, nasibine doğru gelir.

Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bu hususta buyururlar ki: "Biz hakikati üç kelime ile arzederiz. Hakikati anlamayana kav çakmayız. Yani ateş alma hassası varsa çakarız. Ateş almazsa kav çakmayız."

 

Zamanın Kutb'ul-Âzam'ı:

Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.

Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabrin içinde. Şöyle bir kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar. Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, bir delik görünüyor. Deliğin üzerine baktım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bulunuyor.

Yani; bütün kâinatın içinde bir zerre olduğumu, ayân-ı sabite ile görmüş oldum. Yetişme şekli zerreden başladı.

Zamanın Kutbu'l-âzam'ı, Efendi Hazretleri olduğunu anladım. Dünyanın mutasarrıfı olduğunu orada gözümüzle görmüş olduk. Zamanın kutbu demek, Hazret-i Allah'ın tasarrufunda kâinatı yürütüyor demektir. Bu bilinmiyor. Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.

O zamanın kutbu idi, bunu gözümle gördüm. Mânen, Efendi Hazretleri'ne baktım bir madalyası var, Es'ad Efendi Hazretleri'ne baktım üç madalyası var. Onlar ayrı bir âlem...

 

Gören Gözler:

Ah siz Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'ni bir görseydiniz!

Onlar da Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri için:

"Ah siz onları bir görseydiniz!" derlerdi.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz de mübarek mürşidi Tahâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri için aynı sözü söylermiş.

 

Kadir Gecesi'nin Tecellîsi:

İhvan kardeşler bir gün toplanmışlar, Hendek'e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek'teydi o zaman. Ramazan-ı şerif'in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.

Bize de teklif ettiler. "Gidelim!" dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri'ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. "Efendim, müsaade ederseniz Hendek'e kadar gidip geleceğiz?" dedik.

"Bu akşam?" buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların "Bu akşam?" demelerinde hikmet olabilir dedik.

Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemeyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir Gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. "Bu akşam?" buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.

Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. "Aa!.." dedi, "Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu." dedi. O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah'ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.

"Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu." sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir Gecesi'nin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.

Efendi Hazretleri'nin "Bu akşam?" sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah'ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.

İşte biz Efendi Hazretleri'nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir. Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik. Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.

Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.

 

Emirsiz Bir Adım Atmam!

1950'li yıllarda bir gün Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ihvanı Sabri Kaptan, Düzce'ye Efendi Hazretleri'ni ziyarete gelmiş. Kendisini tanımazdım. Vâlide Hanım çağırmış, gittim.

Dönüşte; "İstanbul'a beraber gidelim, Vâlide Hanım'ı ziyaret ederiz" dedi.

Vâlide Hanım, İstanbul'daki köşke birçok şeyler hazırlamış, onları benimle gönderecek. Daha evvel söylemişti. Fakat; "Ben emirsiz bir adım atmam!" demiştim. Efendi Hazretleri'ne hitaben; "Efendi! Ben Ömer'i köşke göndereceğim, gitsin gitsin değil mi?" dedi. Hiç sesini çıkarmadı. Sonra; "Bak, izin aldım!" dedi. "Hayır Vâlide Hanım, ben bu izinle bir adım atamam." dedim. O zaman tekrar döndü; "Efendi! Ömer köşke gitsin gitsin, değil mi?" diye bastırarak söyledi. Yine hiç sesini çıkarmadı. "Vâlide Hanım, ben bu hareketle bir adım atmam." dedim.

Onlar dışarıya çıktı, Efendi Hazretleri'yle karşı karşıya kaldık. "Oğlum, gitsen iyi olur!" buyurdular. Amma Vâlide Hanım'a gitsin demedi. Efendi Hazretleri'nden emir çıkınca Vâlide Hanım'dan çıkmış gibi oldu. Meğer ne hadiseler olacakmış! Ne hadiseler çıkacakmış!

Anneme söyledim, o da; "Oğlum sana üç gün izin!" dedi. Çünkü annem de rahatsız, işim de çok. "Peki anneciğim!" dedim.

Vâlide Hanım da lüzumlu, lüzumsuz birçok şeyler çuvala yüklemiş.

Giderken iki günü Hendek'te geçirdik, bir günüm kaldı. Adapazarı'na geldik, beni bir gülme aldı. Öyle gülüyorum ki, durmak tutmak mümkün değil! Kimbilir ne hikmet vardı o gülmede, hem gülüyorum, hem o çuvalı da taşıyorum. Tâ ki istasyona geldik, trene bindik, Pendik'e geldik. Oradan Erenköy trenine bineceğimiz yerde başka bir trene binmişiz. Sabri Kaptan; "Yanlış trene bindik, inelim!" dedi. Tam ineceğimiz sırada tren de yürüdü. Sabri Kaptan'ın bir torunu vardı, onu yere indireyim derken aşağıya düştüm, tam trenin altında kalıyordum. Her bakan; "Bu gitti!.." diyordu, o anda tren durdu ve çıktık.

Fakat bu arada gizli mânevî filmler de dönüyordu, bunu hissediyordum.

Meğer bu yolculuğumuz hikmet tahtında imiş. Birçok durumlar husule geldi. Bir günde gidilecek yere üç günde gittik.

Sabri Kaptan'ın torununu kurtarayım derken trenin altına düştüm. Cenâb-ı Hakk kurtardı.

Bir akşam nihayet Erenköy'e dâvet edildik. Erenköy'e indiğimizde vakit biraz gecikmişti. Bir zâtın kapısını çaldılar. Bir zât-ı muhterem çıktı. Hakikaten çok hoş, mütekâmil bir zât idi. Evdekiler yattıkları halde, onu tanıdıkları için kalktılar, hemen bir çorba pişirdiler, önümüze koydular. Yemeğimizi yedik ve yattık.

O gece çok ciddi bir rüyâ zuhur etti. Çok ince hususlar var da, bir noktasını arz edelim:

Bir ordu var, harp olacakmış. Fakir, binbaşı rütbesinde ordu kumandanı olarak bulunuyoruz.

Yaşımız küçük olduğu için; "Bu orduyu bu çocuk mu idare edecek?" diyorlar. Lâzım gelenin yapıldığını görünce de; "Demek ki oluyormuş" dediler.

Sabah oldu, oturuyoruz, sohbet ediyoruz, o zât-ı muhterem Sabri Kaptan'a "Sabri! Bu kim?" diye bizi sordu, o da; "Düzce'de kunduracılık yapar, adı Ömer" diye cevap verince;

"Sen onu tanıyamamışsın!" dedi.

Sabri Kaptan'la hiç görüşmedi, bizimle sohbet açtı.

Bir görüşte anladı. Şahısta bir şey yok, her şey O'nun ezelde koymasındadır. Gerçekten seçme bir insandı.

O zâtı görünce şöyle düşündük ki, koca Sultan ne yıldızlar yetiştirmiş. Böyle incilere tesadüf ettiğimiz için çok memnun olduk.

Çünkü;"Çok büyüktür!" denilenlere bakıyorum, boş. Hiç umulmayan kimselere bakıyorum, büyük bir cevher.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'den mevzu etti. Bu evin, Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in hediyesi olduğunu söyledi.

"Oğlum senin evin var mı?" diye sormuşlar,

"Yok!" deyince,

"Olur inşallah!" buyurmuşlar.

Zaman sonra arkadaşları ona; "Sana bir ev yapalım, sen bize ödersin!" demişler ve evi yapmışlar.

Çıkışımızdan dönünceye kadar o hayatî hikmetler devam etti. Baştan aşağı gizli hikmetler vardı.

 

Yol Çok Hassas:

Bu yolda "Tık!" etti mi biter. Başını kaldırdı mı, başını indirirler. İtimat edin, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetine girerken iki parmak üzerinde girer gibi girerdik, emir ve hareketlerine bakar, "Otur!" derlerse oturur, "Otur!" demezlerse oturmazdım. Otururken saniyeleri hesap eder, "Kalk!" dedikleri zaman kalkardım, ama kalbimi çok muhafaza etmeye çalışırdım. Küçücük bir hareketin, senin çakılmana vesile olur. Bir daha terakkiyat mümkün değil.

Görünüşte çalışıyor, ediyor. Ama boş, hep boş. Ancak alırlarsa, yetiştirirlerse, çekerlerse kurtarıyorlar. Başka türlü mümkün değil.

Efendi Hazretleri'ni size bildirmek hakikaten güçtür. Ama o hayatı yaşadığım için ona tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum. Başka bir şey demiyorum. Niçin? Yaşanan hayatı gördüğüm ve bildiğim için.

Onun durumunu şöyle anlatayım:

Bir gün biri geldi. Düzce'ye gitmek istedi. Git dedim. Bir veya bir buçuk saat sonra aklıma geldi. Düzce'ye Efendi Hazretleri'ne bir teveccüh edeyim dedim. Efendi Hazretleri bir kızmış, bir kızmış. Hayatta ikinci defa kızmasıydı. Orada yetiştiğim için her şeyi anlıyoruz. Bir defa daha kızmıştı birine. O kızmasıyla her şeyi anlıyorum. Ne demek istediğini biliyorum, görüyorum. Çünkü orada yetiştirdi Cenâb-ı Hakk. Anladım ki işleri bitmiş. Onun için onların hem iç durumlarını, hem vehametlerini, hem de onların hayatta olduğunu görmüş oluyorum. Onun için tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum.

Mana âleminde kapıyı böyle açtım, baktım; Efendi Hazretleri sette oturuyor. "Ah! Vücut en büyük günahtır!" dedim. Büyük günahlar vücutla işlenir diye böyle yavaş yavaş sürünerek, Efendi Hazretleri'nin yanına doğru gittim.

 

Hakiki Dost:

En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu hâlde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.

Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.

Efendi Hazretleri'nin vefatından evvel bir mânâ zuhur etmişti.

Şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hâl-i lisanla şunu ifade etmek istiyorlardı:

"Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu ediyorum."

Ve gittiler.

 

Girerken "Allah" Dediler,

Giderken "Allah" Dediler:

Yola girerken Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine ilk vardığımda, kapıdan içeriye girdim, kılık-kıyafetimden utandım. Gayet lâtif bir şekilde içeriye çektiler. Çok çabuk ve yüksek bir sesle "Allah... Allah... Allah..." buyurdular. Onların o heybeti karşısında şaşırdım. Biraz sonra müsaade ettiler dışarıya çıktım. Bu esnada kalpten ne aldılar ne verdiler bilmiyorum. Dakikaların içinde halimde öyle bir değişme oldu ki, on dokuz, yirmi yaşlarında girdim, altmış yaşında olarak çıktım. Allah-u Teâlâ dünya ile ilgimi kesti. Bir tek kelime de söylemediler.

Sonra Cenâb-ı Hakk'ın lütuf yolunda yürüttüler ve âhirete intikal ettiler. Hemen birkaç gün sonra bir mânâ zuhur etti. Büyük caminin çarşı kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor, karşıda duruyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz.

Yaşlı oldukları için Efendi Hazretleri'ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden aldık.

Meğer öyle ağırmış, öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.

Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah'ı bildiriyordu. "Allah öyle bir Allah!" buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler. "Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!.." buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde semâ edip dönüyorlardı.

Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman kaybetmeyelim derken birden kayboldular. Bu hâl ile bize Hazret-i Allah'ı bildirmeyi murat etmişlerdi.

Burada iki nokta tarif ediliyor:

Efendi Hazretleri'nin ilk huzuruna gittiğimizde: "Allah!" buyurdular.

Son giderken yine: "Allah!" buyurdular.

Girerken "Allah!", giderken "Allah!" Ötesinde zaten bir şey yok. Var olan O'dur. Var eden O'dur. Nimet O'nun. Hayat O'nun. Her şey O'nundur.

Hülâsa, onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ı duyduk, başka bir ses duymadık. Hazret-i Allah'ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.

Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: "Sen de mi riyakârlardan olmak istiyorsun?" Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.

Her gün sabah namazından sonra Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri'mizi ziyaret ederdik. Yirmi sene yaz-kış, yürüyerek gittik, geldik.

 

İzden Çıkanlar:

Efendi Hazretleri'nin sevmediği kimseler de mâlumdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için, katiyyen ses çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri mâlumları idi. Hatta bazılarına mükemmel bir şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu tamamen ters anladılar.

Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya oturtmuşlar. Beni buraya lâyık gördüler diye, o da çok memnun olmuş. "Bundan bir şey anladın mı?" diye sorduk. "Hayır!" dedi. Halbuki "Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz, bizim burada işimiz yok!" demek istediler.

Şu tersliğe bakın! Başında bir Mürşid-i kâmil varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?

Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es'adiye'yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: Bu kökü takip ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip etmeyen buradan değildir.

Birisi de diyor ki:

"Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün tarlasında buldum."

Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına atmışlar, bundan büyük âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor. Halbuki çok kötü bir çığır bıraktı. Fakir der ki; "İyinin iyiliği herkese en büyüğü kendine, kötünün kötülüğü herkese en büyüğü kendine."

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri, kendilerini mürşid olarak tanıyan ve tanıtan mukallidlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:

Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: "Benim de senin kadar boyum var!" der.

Kavak ise: "Sonbaharda görüşürüz." cevabını verir.

Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur.

Büyüklük odur ki, Hakk'ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.

Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi Hazretleri birkaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı. Kalbinden ne geçirdi bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi. Katiyyen buna benzer en küçük bir hareket yapmazdı. Demek ki çok kızmışlar.

 

Mânevî Sehâvet:

Mânevî sehâveti o derece idi ki, her gördüğüne "Beraber... Beraber!.." buyururlardı.

"Hep beraber!.." dedikleri dünyada da, ahirette de beraberdirler.

Onlara; kemâliyeti nispetinde sahâvet verilir.

Ne büyük bir lütuf!..

Onlarla beraber olmak bir ihsan-ı ilâhiyedir. Onlar bu kelimeyi herkes için kullanırdı. Fakat onların kullandığı bu ifade boş değildir. "Beraberiz!" dediği kimse ile beraberdir onlar.

Çünkü kal ile beraber, hâl ile beraber, hâl ile ve fiil ile de tasarruf altına alırlar. Bu derece sehâvetleri vardı, çok genişti, keşfi açıktı, tasarrufu büyüktü.

Gönül ister ki onu bir defacık görseydiniz!

Allah'ımız lütuf beraberliğinden ayırmasın.

 

Kitapları Haber Vermeleri:

Bir gece âlem-i manada şöyle buyurdular:

"Yirmi beş sene oldu hâlâ kitap yazılmadı!" (1974)

Ama o zaman haberim yoktu kitaptan. Onlar bugün bu kitapların çıkacağını biliyorlarmış. Kendi lütfundan akıttı, elhamdülillâh.

 

Merhum Hacı Rasim Efendi'nin

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne Bağlılığı ve

Zât-ı Âlileri'ne İntisabı:

Kardeşimiz, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'yle tanışmalarını şöyle anlatıyor: "1950 yılının bir yaz ayıydı. Nakış âletleri imal eder, pazarlarda satardım. Bu iş için Bilecik'e panayıra gittim. Bir handa kalıyordum. Beraber kaldığımız bir esansçı ile tanıştık. O, sabah namazından sonra kıbleye karşı dizüstü oturur, tesbih çekerdi.

Bir gün mevzu arasında kalbime çok vesvese geldiğini söyledim. Bana Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nden bahsetti.

Kendisinin, ilk ziyarete gittiğinde cebinde içki şişesi bulunduğunu, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'yle görüşüp çıktıktan sonra şişeyi parçaladığını ve bir daha da içmediğini, hâlinin düzeldiğini anlattı. İsteğim üzerine bana da ders tarif etti. Düzce'ye uğramamı söyledi.

Fakat ben o arada hastalandım, sonra uğrarım diye düşünerek Mudurnu'ya geçtim. Bir ay sonra aklıma geldi. 'Bir ziyaret edeyim.' dedim, bu niyetle Düzce'ye gittim.

Öğle namazını Merkez Büyük Cami'sinde kıldım. Dışarı çıkınca, Hafız Bayram Efendi diye tanınan Göynüklü İsmail Efendi ile tanıştık. Yanında Yozgat'tan ziyarete gelmiş bir kimse de vardı. Oralar çok kalabalıktı, çok uzaktan ziyarete gelenler vardı. Halil Fevzi Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri grup grup ziyaret ediliyordu. Sıra bize geldi, biz de ziyaret ettik. Bizi kunduracı Ömer Efendi'ye gönderdi. Bize sohbet ediverdi, dersimizi tamamladı. Kendisi çok gençti.

Düzce'ye gelişimin üçüncü gününde yirmi, yirmi beş kişi sabah namazından sonra Efendi Hazretleri'ni ikinci olarak ziyaret ettik. Bir dizini bükmüş olarak oturuyordu, üzerinde ince bir yorgan vardı. Yarım saate yakın huzurunda oturduk. Bir ara yorganın altından elini uzattı. Hafız Bayram Efendi gitti, önce o elini öptü, sonra sıra ile bizler mübarek elini öptük ve ayrıldık. İlk baktığımda başka görmüştüm, ikinci bakışımda başka gördüm. Onlara bakan kendisini görürmüş.

Mudurnu'ya döndükten bir hafta sonra vefat haberi geldi.

Aradan kısa bir zaman geçmeden ileri gelen bazı ihvanlar Mudurnu'ya gelip gitmeye başladılar.

O diyor: 'Beni bıraktı!', O diyor: 'Bana takkesini verdi!'

Hiçbirisine içim ısınmıyordu. Hatta bunlardan birisini tanıyorum ki, dâvâda bulunduktan kısa bir zaman sonra öyle bir belâya uğradı ki, uzun zaman toparlanamadı, uzun seneler sonra yine dâvâya başladı.

Bu arada kendi başıma dersime devam edip duruyordum. Fırsat buldukça Düzce'ye gidip Türbe-i şerif'lerini ziyaret ediyordum. Ömer Efendi'ye de uğruyordum. O hiçbir zaman: 'Beni bıraktı!' gibi bir durum sergilemiyordu. Ben onu bir ihvan arkadaşı olarak görüyordum. Zikrullaha katılıyor, bazı zamanlar evinde misafir kalıyordum.

Aradan dört-beş sene geçti. Bir gelişimde: 'Efendim dedim, ben sübhanekeden başlayacağım, dersimi yenilemek istiyorum.' Rafta birkaç tane ders kâğıdı vardı, onların hepsini almamı söyledi. Dersimi tekrar tarif etti. Fakat Râbıta'yı kime yapacağıma dâir bir şey söylemedi. Râbıta'yı yine Halil Fevzi Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne yapıyordum. Kendilerini birkaç defa rüyâda gördüğüm de oluyordu.

Her ne kadar istifade ediyorsam da içimde bir boşluğun olduğunu hissediyordum. 'Mutlaka birisini yerine bırakmıştır.' diyorum, fakat hiçbirisine içim ısınmıyordu. Ömer Efendi de böyle bir dâvâda bulunmadığı için ortada kalmıştım.

Bir sabah dersimi yapıyordum. Râbıta'da: 'Efendim himmet buyurun, ben ne yapayım?' diyerek ağladım. O gece bir rüyâ zuhur etti. Düzce'de imişim. Baktım Halil Fevzi Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bir faytona binmişti. Yanında Vâlide hanım vardı. Beni görünce araba durdu, bana buyurdu ki:

'Evlâdım! Ben bir köye ameliyata gidiyorum. Biz evin anahtarını Ömer Efendi'ye bıraktık. Orada namazını kıl. Ben sonra geleceğim.'

Düzce'ye gittiğimde Ömer Efendi'ye bu rüyâmı anlattım. 'Himmet istemişsiniz, lütfetmişler!' buyurdular. Fakat ben bu ikazdan uyanamadım.

Aradan yine uzun bir zaman geçti. Bir rüyâmda Ömer Efendi'yi gördüm. Bana: 'Siz bize hüsn-i niyetle gelmiyorsunuz.' dedi.

Bir ziyaretimde bu rüyâmı anlattım. 'Hacı Efendi siz çok kalın kafalısınız.' cevabını vermeye mecbur kaldı, ancak uyanabildim.

Artık Ömer Efendi'nin Râbıta'ya mezun olduğu kanaatına vardım ve Râbıta'mı kendisine yapmaya başladım. O günlerde gördüğüm rüyâmda bir gemide yolculuk yapıyormuşum. Fakat gemi bir sağa bir sola yalpa yapıyor, âdeta yerinde sayıyordu. Bir ara öyle bir hızlandı ki, uçuyordu sanki. Yukarı taraflardan bir ses geldi: 'Geminin kaptanı değişti! Geminin kaptanı değişti!' diyordu.

Bu rüyâmı da anlattım. Kendilerinin çok titiz olduklarını söylediler."

Efendi Hazretlerimiz birkaç defa Mudurnu'ya gelmiş, kardeşimizin mütevâzi evinde misafir olmuş. Bir defasında beraberce Göynük'te Hafız Bayram Efendi'ye uğramışlar. O da tam evden çıkıyormuş, onlar gelince içeri almış. "Yakın bir köyde bir ihvanın mevlit cemiyeti var beraber gidelim." demiş.

Efendi Hazretlerimiz pek arzu etmemişler. Hafız Bayram Efendi yan odaya geçmiş, pencerenin kenarına diz çökerek bir kitaptan bir sayfa açıp okumuş ve yanlarına gelerek: "Yolumuz kapalı, gidemeyeceğiz." demiş.

Efendi Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlar:

"Abim aynaya bakmadan yolun kapalı olduğunu bilemedi."

 

 

HAYAT-I SAADET'LERİNDEN
İNCİLER ve HATIRALAR

 

İlmî Toplantılar:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'in gençliği zamanında Düzce'de çok meşhur ilim ehli zâtlar vardı.

Bunlar arasında; Düzce Müftüsü Kürtzâde Mehmed Efendi, Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi, Hafız-ı kurra Hasan Efendi ve Hafız Hilmi Efendi gibi âlim kimseler bulunurdu.

Bu zâtlar belirli zamanlarda ilmî müzakereler yaparlar, çok mühim konuları görüşürlerdi. Bu, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri zamanından gelen bir usûl idi. Bu sohbetlere Efendi Hazretleri de davet edilir, nadiren katılırlar ve onların içinden çıkamadıkları konularda bâtınî olarak çok kısa cevaplar ve izâhlar yaparlardı.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, zaman-ı saadetlerinde yaşayan birçok Hocaefendi'yle sohbet etmişlerdi.

Düzce'nin ve civar illerin ileri gelen Hoca Efendileri dini konuları müzakere etmek için bir araya toplandıklarında mutlaka Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni de dâvet ederler ve Zât-ı âlileri'ne anlayamadıkları veyahut işin içinden çıkamadıkları mevzuları sorarlardı.

Zât-ı âlileri onları tatmin edici, mânevi âlemlerden süzülüp gelen bir ilimle cevap verirlerdi.

Her biri değerli ve tanınan birer âlim olan bu değerli zâtlar, kendilerinden yaşça küçük olan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin çok değerli mânevi bir âlim olduğunu bilirler ve değer verirlerdi.

Rahmetli Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri ile gençlik yıllarında Eyüb Sultan Hazretleri'nde karşılaştıklarını, Hazret'in kendisine teveccüh edip çok dikkatlice uzun uzun baktığını ve kendilerine doğru gelmeye başlayınca oradan uzaklaştıklarını nakletmişlerdi.

Her zaman tevâzu sahibi olan Zât-ı âlileri, kalabalık bir cemaat ile gelen Mehmed Efendi'nin bu teveccühlerinden dolayı her zaman olduğu gibi büyük bir tevâzu örneği göstererek, tüm bakışları, tüm ilgileri üzerlerine çekmek istemediklerinden dolayı oradan uzaklaşmışlardır.

Yine rahmetli Gönenli Mehmed Efendi'nin bir sohbetleri esnasında Efendi Hazretlerimiz camiye girerler. Sohbetlerine devam eden Gönenli Mehmed Efendi, Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni görünce cemaate; "Hazret-i Allah'ın nuru şu an burada!" buyurmuşlardı.

Hacı Sami Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin damadı merhum Ömer Kirazoğlu ile Medine'de karşılaştıklarını;

"Kitaplarınızın hayranıyım, Allah-u Teâlâ sizin kitabınızı kapatmayacak, kıyamete kadar açık kalacak!" dediğini aktardılar ve;

"O zât-ı muhtereme lâyık bir damat. Çok muhterem bir zât, çok güzel bir insan, Allah'ım nur etsin." buyurmuşlardı.

 

Şeyh Bilal Efendi'nin İntisabı:

Şeyh Bilal Efendi, 1996 yılında Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" kitabı ile "İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet" kitabını okumuşlar ve tasdik etmişler, sevenlerine de bu yolu göstermiş ve biat etmeye dâvet etmişlerdir.

Bilal Efendi kitapları okuduğu günleri şöyle anlatmışlardır:

"'Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır' kitabını okumaya başladığım zaman beni öyle etkiledi ki, adeta kendimi kitabın içinde kaybettim. Böyle bir ilmi şimdiye kadar hiç okumamıştım. Ben kendimi bir şey biliyor zannediyordum. Fakat hiçbir şey bilmiyormuşum.

Daha sonra 'İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet' kitabını okurken kitapta geçen bölücüler meselesini okuyunca şaşırdım. Bazı cemaat liderlerinin küfre kaydıklarını yazıyordu. O anda kitabı kapatıp rafa kaldırdım. Kitabı rafa kaldırdım amma 'Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır' kitabındaki mevzular beni hâlâ cezbediyordu.

Bir zaman sonra aklıma şu misal geldi; Evliyâullah'tan bir zât, yine Evliyâullah'tan birinin kitabını ilk okuduğu zaman böyle bir şey olmaz diyerek rafa kaldırmıştı. Bir müddet sonra okuduğu kitabı yeniden eline alarak okumaya başladığında; 'Bu ne güzel ilim, bundan ben neden yararlanmadım!' demişti.

Bu hâl hatırıma geldi ve hemen bölücülerle ilgili mevzuları bir daha okuduğumda bölücülerin küfre düştüğünü hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat edildiğini gördüm. Sonra 'Bu haktır' dedim.

Kalbimin tam mutmain olması için üç gün istihare yaptım ve üç gece üstüste şu rüyâyı gördüm:

Beyaz bir masada Ömer Öngüt Efendi Hazretleri'ni gördüm. Bana Fetih Sûre-i şerif'inin 10. Âyet-i kerime'sini okuyordu:

"Resul'üm! Sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. O halde kim bu ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir ecir verecektir."

Bu rüyâ ile birlikte artık hiçbir şüphem kalmamış ve gönlüm tam olarak mutmain olmuştu."

 

Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi'nin

Sordukları Soruya, Verdikleri Cevaplar:

Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.

Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinizde oldukça herkesi ölçersiniz.

Tutunma yeri tevazu ve mahviyettir, kayma yeri kibir ve kendini beğenmektir.

İhvan daima mütevazi olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.

İnsan mânevi yolda taht-ı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. "Hüküm O'dur, O'nundur." der.

Allah ehli; varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya iner, fâni olur...

Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazi, halim-selim bir Hocaefendi idi.

25-30 yaşlarındayım. Bir gün öğlen vakti evden çıkarken karşılaştık.

"Ben de sizi bekliyordum." dedi.

"Buyurun Hocaefendi!"

"Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: 'Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm. Kâbe-i Muazzama'nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.' buyuruyorlar. İlmim, hilmim, aklım, fikrim, dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm. Onun için bekliyordum." dedi. Kim bilir ne kadar beklemiş.

O anda 80-85 yaşlarında, böyle muhterem ve âlim bir zâtın, itimat edip bu hususu sormasıyla Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu:

"Hocaefendi bu çok kolay dedik. Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcaatta idi. Azâmet-i ilâhî karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi."

Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. "Hah buldum! Allah râzı olsun!" dedi ve gitti.

Halbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm'a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.

Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise azâmet-i ilâhi karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcaatını öylece yapıyordu. Cebrâil Aleyhisselâm'ı paçavra olarak Kabe'nin duvarına yapıştırdıysa, bu fakiri de yerin paçavrası yapmıştır, yere yapışmışızdır. O'na öyle iltica ederiz.

Fakat size bunun ruhunu anlatmak için bu mevzuyu açıyorum. Bunun ruhu açılmış değil. Nedir? Azâmet-i ilâhiye'nin karşısında Cebrâil Aleyhisselâm kendisini bir paçavra şekline koymuştu, paçavra şeklinde münacaatta bulunuyordu. Peki şimdi bir sual sorsa, sen bunu nereden bildin. Asıl bunun ruhu burası.

Ben o zaman bunun tahsilini, mahviyet tahsilini görüyordum, o hâl ile halleniyordum. Ben yerin paçavrasıyım. Cebrâil Aleyhisselâm Kâbe-i Muazzama'nın paçavrası idi. Ben o zaman yerin paçavrasıyım. Onun için gayet rahat cevap verdik. Çünkü o gün, o hiçlik tahsilini görüyordum.

Azâmet-i ilâhiye karşısında ben zerre olarak secde ederim, adam olarak değil. Ama siz adam olarak secde ediyorsunuz değil mi? Ben zerre olarak secde ederim, beni bağışlamasını dilerim ve imanla göçmek için niyaz ederim. Benim O'nunla ilgim böyledir.

Bazen kendimi bir rozet gibi görürüm. Çünkü O'nun ihsanını, O'nun ikramını yani hep O'ndan olduğunu bildiğim ve gördüğüm için kendimi bir rozet gibi görüyorum. Ama siz bir iş yaptığınızı zannedersiniz de O'nun ve O'ndan olduğunu bilmezsiniz. Kaydığınız nokta burasıdır. Bazen kendimi bir balık pulu, bazen bir çomak gibi görürüm. Hülâsa O'nu gördükten sonra kendimi nasıl kaybedeceğimi, ne halden ne hale gireceğimi bilmem. Cebrâil Aleyhisselâm "Namus-u Ekber" olduğu halde azâmet-i ilâhiye'nin karşısında kendisini bir paçavra haline getirdi. Siz neredesiniz şimdi? Boşluğumuz çok, Allah'ım doldursun.

Biz o zaman mahviyet tahsili görüyorduk, o hal ile halleniyorduk. Ama hocalara bu basit değil. Çünkü onlarda varlık var, bunu bulması mümkün değil. Hiçlik içinde olursan azamet O'nun, varlık O'nun... Vücut O, mevcut O. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." buyurdu. (Münâvî)

Cebrâil Aleyhisselâm da Hazret-i Allah'ı en çok bilen ve korkanlardan olduğu için, azâmet-i ilâhiye karşısında paçavra haline gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi. Herkesi hayrette bırakan da; bu cevabımız, bize kolay gelmişti. Çünkü hiçlik tahsili görüyorduk. Şimdi kavradınız mı?

İşte bizi oradan yetiştirdiler. Yani mahviyet üzerine yerleştirdiler, O'nun için bu gizli sırların çözümü bize kolay geliyor. Biz Allah'tan gayrı her şeyi boş olarak kabul ederiz. O'nu tanıyoruz, O'ndan biliyoruz. Bu sebeple biz "yaratık" der geçeriz.

20-25 sene evvel şöyle arz etmiştik: Mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah'ın malını tezgâha koyar, mürşid ise kendi malını koyar. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı tanımaz. O kendini tanıyor. Bir noktaya kadar tekâmül etmiştir. "Bu benim hakkımdır!" der, malını pazara koyar satar. Fakat Mürşid-i kâmil, Cenâb-ı Hakk onu ifna ettiği için malı yok. Kendisi yok ki, malı yok ki, satsın. Binaenaleyh o Hakk'ın malını satar. "Bunu O verdi, bu O'nundur, bu O'ndandır!" der, işi orada bağlar.

 

Atılanı O Atar,

Alınanı O Alır:

Atılana karışmayın, alınana karışmayın. "Ben bilmem, sorumluluğum da yok!" deyin.

Biz ahirete gidince de onlarla ünsiyet etmeyin. Atılana merhamet nefsânidir. Çünkü hiç kimse Hazret-i Allah'tan merhametli değildir. Mevlâ köle olarak bulundurursa ben bir köleyim. Atmaya da tutmaya da salâhiyetim yok... Cenâb-ı Hakk bir salâhiyet ihsan buyurmuştur, o salâhiyet dairesinde döneriz. O salâhiyetimizi kullanırız veya kullanmayız başka. Hazret-i Allah dilediğini atar, dilediğini tutar, o noktada sahib-i salâhiyet değiliz. Çünkü kişinin ebedî hayatına taalluk ediyor.

Düzce'de bir hanımın affı için senelerce yalvardılar. "Bu benim salâhiyetim dışındadır. Mevlâ affederse amennâ. Affetsem, affettim dediğim anda apaçık bir riyakâr olmuş olurum, beni riyakâr yapmayın!" dedim.

Bir gün dükkâna geldi, öyle bir boyun büküş ki, acırım diye korktum.

"Hanım! Senin küfre girdiğini bana gösterdiler." dedim.

O zaman hayır demedi de: "Evet! Benim küfre girdiğimi bana da gösterdiler." dedi.

Bu itirafı ve o boyun büküşü bizi yaktı attı. Cenâb-ı Hakk'ın ihsan buyurduğu merhamet üzerine zile basar gibi bastı.

O akşam Gölcük'te misafir bulunuyoruz. Gece ibadet esnasında o hanımın o hâli gözümüzün önüne geldi. "Hazret-i Allah öyle bir Allah ki, bu kadının affı için bir niyet edeyim, dilerse affeder dilemezse affetmez." diye kalbimizden geçti. Onun fevkinde bir merhamet edici mi var? O'nun ihsan ettiği merhametle demek ki öyle bir sığınmışız ki; Cenâb-ı Hakk o sığınmayı kabul etmiş, bir anda küfür kirini döktüğünü gözümüzle gördük. Bir anda küfür elbisesini soyuverdiler. Sabaha kadar da o tesir altında kaldık. Sabahleyin parasını cebimizden vererek bir kardeşi Düzce'ye gönderdik: "Git müjdeyi ver." dedik.

Yani elde hiçbir şey yok. Seneler senesi onu affedemedik. İllâ Mevlâ kabul edecek ki biz affedeceğiz. Yoksa riyakâr olmuş oluruz.

Bu yolun Allah yolu olduğunu bilin, öyle sığının ve öylece yürüyün.

Bu atılmalar tutulmalar aslında Mevlâ'dan gelir. Bunun temsilini şöyle arzedelim.

Bir gün Uludağ'da ikindiden sonra kendi halimize çekilmiştik. Bir ara oradaki kardeşlere aramızdan bir kişinin atılacağını ifşa ettik. Bir tanesi bunu duyunca; "O atılan ben olmayayım?" demiş.

Vakta ki bir sene sonra hakikaten atılan o olunca, "Filan zaman böyle söylemiştiniz!" diye bir kardeş bize bunu hatırlattı.

Yani Hazret-i Allah ilm-i ezelisinde her şeye vakıftır, her şeyi bilir. Zerresine varıncaya kadar ezelde bütün mevcudatın takdir filmini koymuştur. O film an be an, gün be gün dünyada tecelli eder. Hiçbir şey yoktur ki kendiliğinden olsun.

Hazret-i Allah kimin ne olduğunu, ne olacağını, ne yapacağını bildiği için, takdir filmini ona göre yerleştirmiştir. O filme göre onun oradan kaydını siler. Ağaç kökünden çıkarılınca hemen kurumaz. Vakta ki zaman geçer, gıda alacağı hiçbir yer kalmaz, kuruduğu anlaşılır.

Bu düşmelere sebep ne olabilir? Mühim olan da budur. Abd-i acizin kanaati şu ki, niyet-i halisa ile çok da hata yapılsa af ediliyor. Hazret-i Allah kudret elinde bulundurduğu kalbi çevirmediği için muhabbet dönmüyor, râbıta kesilip yine bağlanabiliyor. Fakat kasd-ı mahsusa ile küçücük bir hata yapılsa çok büyük oluyor. Hazret-i Allah kalbi çeviriyor, râbıtanın teminine imkân kalmıyor. Kalp bir kere çevrilmesin, o artık hep ters görür.

 

Kalkarken Veli Olarak Kalkar!

"Bir mürid seyr-ü sülûkunu tamamlayamadan ahirete intikal ettiği zaman, onu kabirde bir noktaya kadara tekâmül ettirirler. Kabirden kalkarken de veli olarak kalkar. Orada dünya hayatının fevkinde bir hayat vardır.

Yalnız burada kolaydır, orada zordur. Dünyada meşakkatler, mihnet ve sıkıntılar olduğu için ders azdır. Orada hiçbir meşgale olmadığı için ders çoktur.

Fakat hiç şüphe yok ki, herkes kendi mertebesine göre yer alıyor. Cenâb-ı Hakk kimi nereye iskân ederse o orada kalıyor."

 

Onun Almak İstediği, Düzce'deki

Evin Bahçesinde Verildi:

Hıristiyan iken papazlık eğitimi alan, daha sonra da hidayete erip müslüman olan Fransız vatandaşı bir kardeşimiz müslüman olduktan sonra Süleyman adını almış ve çeşitli ülkelere, çeşitli cemaatlere ziyaretler yaparak, tasavvufi konular hakkında araştırmalar yapmış, birçok hoca görüp, konuşarak kendine bir çeşit rehber aramış durmuş.

Bir vesile ile Zât-ı âlileri'yle tanışma fırsatı bulurlar. Adapazarı'nda görüşürler. Türkçe bilmediği için tercümanlık yapan kardeşlerimiz vasıtasıyla konuşurlar.

Efendi Hazretlerimiz bu kardeşimizle ilgilenirler ve yanlarında bazı kardeşlerimizle beraber seyahat ederek Düzce'ye giderler.

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ziyaretten sonra, Efendi Hazretlerimiz'in Düzce'deki evlerine gelirler ve bahçede kamelyada, havuzun başında otururlar.

Sohbetler açılmakta, ince sırlar geçmekte, bazen sükût ortamı olmaktadır. Bu kardeşimiz dil bilmediği için, ancak yanındaki kardeşlerimizin vasıtasıyla bir şeyler anlamaktadır. Fakat çoğunlukla dinleyerek mânevi ortamı solumaktadır.

Ziyaret sonrası tekrar Adapazarı'na dönülür. Ertesi günü, bu kardeşimizden mevzu açıldığında Zât-ı âlileri;

"Biz onun almak istediğini Düzce'deki evin bahçesindeyken verdik!" buyururlar.

Kardeşlerimiz bu müjdeyi o kardeşe vermek için yanına gittiğinde, müjdeyi söylemeden;

"Ziyaretiniz esnasında en çok etkilendiğiniz, en çok haz duyup, manen doyduğunuz ortam oldu mu, olduysa nasıl ve nerede oldu?" diye sorarlar.

Bu kardeşimiz de;

"Düzce'de Efendi'nin bahçesinde..." derler.

Zahiren diller ayrı olsa da, gönül dili bir olduğu için, manen verilmek istenen verilmiştir. Yıllar yılı kardeşimiz Zât-ı âlileri'nin sohbetlerinde bulunmuş, yurt dışından her fırsatta ziyaretlerine gelmişlerdir.

 

Biz Emre Tâbiyiz!

"Bu yol ezeli ihsandır. Allah'ım ona ayırmışsa, ben onun nasibini vereceğim, O'nun ihsanını vereceğim. Ben de O'nun ihsanına muhtacım. Ben kendi kendime bile nasip veremiyorum, ona mı vereceğim? Kendisi muhtaç olan bir dilenci başkasına ne verebilir?

Bir çobana sahibi ne kadar koyun verirse, o kadar güder. Biz emre tâbiyiz; az verirse az güderiz, çok verirse çok güderiz. Benim müridanla hiçbir ilgim yok. "Benim çok müridim olsun!" veya "Benim çok müridim var!" demek namdır, tefahürdür. Bana öz kulluğumu unutturur. O'nun malı ile O'na tefahür etmek, O'nun serveti ile zenginlik taslamak cidden çok yersiz.

Allah'ıma sonsuz şükürler olsun ki, bu fakire fakirliği benimsetti. Hiçbir şeye mâlik değilim.

Sahib'imin malını teşhir etmekten, "Sahib'imindir" demekten zevk duyuyorum daha doğrusu."

 

Hâl Terbiyesi:

Allah yolu edep yoludur. Hâlimiz, kâlimiz, fiilimiz ders verecek. O edebe sahip olursak, söz dahi fazla gelir. Söze iş düşerse ricâ mâhiyetinde olur. Ricânın yaptığını emir yapamaz. Yapılsa bile isteksiz ve gönülsüz olur. Herkesin nefsi var, herkesi okşamak gerekiyor.

Bu yol gönül yoludur, hâl ile terbiye olunur. Söz olursa rica ile olur, emir olursa kaba kalır. Çünkü yolumuz nezafet yolu, mahviyet yoludur. Allah yolunda emir ancak rica ile olur. Emrin yapamayacağını ricâ yapar.

Bizim yolumuzda görünüşte çok müsamaha vardır, herkese emir yerine rica kullanırız. Lâkin bu ricanın altında öyle bir disiplin vardır ki, bir kardeş küçücük bir hareketi ile kalbimizden düştü mü, düştü o artık. Ahkâmdan asla müsamahamız yoktur. Bunu farkeden, o ciddiyeti alır, ciddi ciddi yürür.

Elhamdülillah. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri lütfu kereminden olarak hiçbir büyüklük taslatmamış. Gerçekten bir köle, bir kul olma lütfunu sevdirmiş. Bunun için herkesi hoş, kendimizi boş buluruz. Fakat buna rağmen, bundan nefsi istifade edip, serkeşlik yapanı da derhal yoldan çıkarırız. Bazı nefis sünepelik yapar, müsamaha perdesinin altında kendisine bir varlık vermeye çalışır, büyüklük taslar. Derhal onu oradan ayıklarız. O noktada onun nefsine müsamaha etmeyiz. Hazret-i Allah nasıl ki bize hiçliği sevdirdi ise, her ihvanın hiçlik içinde yüzmesini isteriz.

Terbiye iki türlüdür: Hâlen, kâlen.

Bu yolda Rabb'imizin bahşettiği terbiye usulü hâlendir, İhvanı hâlen terbiye etmeye çalışırız. Hakikat yolunda kâl çok kaba gelir. Hâl olduğu için çok fazla ciddiyet gerekir. Yolun nezaketi buradan geliyor.

Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine girerken elimizden gelse adeta iki parmak üzerinde yürümeye çalışırdık. Hoşlanmayacakları nahoş bir hareket yaparsak, bir nazar etseler bitti. Bir daha ömrümüz boyunca adım atamayacağımızı bilirdik. Elhamdülillah, Rabb'imiz bunu duyurmuştu.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ihvana ihsan buyurduğunu başkasına ihsan etmemiştir. Yol uydum kalabalığa yolu değil, çoğalalım yolu hiç değil.

Bir insan edebini muhafaza edebilirse, daima abdestli bulunup zikirle, fikirle, çeşitli ibadetlerle meşgul olursa, evini cennet bahçesine çevirebilir.

Allah'ım bizi güzel hâl ile hallendirsin.

Bir kişinin mayası güzel olursa, ekmeği de güzel olur. Fakat Allah-u Teâlâ bir kulunu hâl ile hemhâl ederse o insan çok güzel olur. Mahviyeti olur, istikameti olur, gayesi rızâ olur ve rızâ yolunda çalışır.

Allah'ım rızâsında çalıştırdığı kullarından etsin.

En güzel numune hâldir. Hiç konuşma senin hâlin konuşsun. O da ondan ibret alsın. O da hâl ile yola girer.

Hâl terbiyesi mânevi yolda olur. Allah-u Teâlâ seni süslerse, iman ziynetiyle seni ziynetlendirirse sen hiçbir şey söylemeden o nasibini alır.

İnsan çok dikkatli olmalı, edepsizlikten, hayâsızlıktan, ahlâksızlıktan, çirkin şeylerden, ahkâm-ı ilâhi sınırını, hududunu aşmaktan, çiğnemekten sakınmalı, nefis ve şeytandan Hazret-i Allah'a çok sığınmalı, O'nun muhafaza etmesini, korumasını, gönülden dilemelidir.

Dünya ve ahirette en büyük rehberimiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarında şöyle buyuruyorlar:

"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!"

"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatına çevir." (Buhârî)

"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin." (Âl-i imrân: 8)

Hazret-i Allah'ın yakınları her zaman huzur-u ilâhide olduklarını çok iyi bildikleri için edep halini daima muhafaza ederler.

Beyazîd-i Bestâmi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir defasında devamlı misafirlerle meşgul olmaktan son derece yorulmuşlar. Bir ara misafir kalmamış. Müridandan birisi "Efendim" demiş. "Çok yoruldunuz, içerde biraz istirahat etseniz." Bunun üzerine şu cevabı vermişler;

"Evlâdım, halkın huzurunda edepli, Hakk'ın huzurunda edepsiz mi duralım?"

 

HACC ve UMRE HATIRALARI

 

Hacı Burada Olunacak,
Oraya Ziyarete Gidilecek...

Hacc deyince; boynun bükük olacak, gözün hep yaşlı, gönlün hep Hakk'ta olacak. Hacı burada olunacak, burada tekâmül edecek, terbiyesini, talimini görecek, oraya ziyarete gidilecek. Orası feyiz deryasıdır, Makam-ı Mahmud. Onun için; edep, edep, edep...

Çok dikkatli olmak gerek, son derece edepli olmak gerek. Korku ile ümit arasında olmak gerek. Gelişinden hoşlanmamış olabilir. Hazret-i Allah, sevmediği kulunu huzurunda görmek istemez, ondan ikrah eder. O yüzden Hazret-i Allah'a ve Hazret-i Resulullah'a kendini sevdirmeye çalışmak esastır. Severse hıfz-u himaye'ye, tasarruf-u İlâhiye'ye alır, bu suretle kurtulursun, yoksa mümkün değil!

Rızâ yolculuğu Hacc gibidir, Hacc'dan maksat nedir? Rızâ.

"Ben Hacc'a gideyim, ola ki Sahib'im benden râzı olur, günahlarımı affeder" düşüncesiyle Hacc'a gidilir. İnanın ve itimad edin, melekler attığımız her adımın değil, her santimin mânevi ölçülerle hesabını yapar ve ücretini verirler. Rızâ yoluna çıkmak, aynı cihat gibidir.

İçinde Hakk'tan gayrı hiçbir arzu, düşünce olmayacak, sırf rızâ-i Bâri olacak. Eğer niyeti halis ise Allah-u Teâlâ, meleklerine emir buyurur, onlar da onu mânevi kanatlarına alırlar, o mãnevi himaye altında gidilir, gelinir.

"Orası Hakk pazarıdır!" Bu sözümüzde çok incelikler var. Bir kere Hacca niyet eden kimseyle ilgili size bir temsil getirelim. Biz esnafız, el emeğiyle çalışıyoruz ve Hacc parası da elimde mevcut. Hacca niyet ettim. O kış hem çalıştım hem de elimdeki para eridi. Ödünç vermedim, bir kimseye bir şey de yapmadım, ama eridi. Niyetim hâlis, ama param yok. Niyetimi bozmuyorum ve "İnşallah gideceğim" diyorum. Hacca iki ay kalınca para yavaş yavaş damlamaya başladı. Fakat o kadar inceden inceye dikkat ediyorum ki kılı kırk yarıyorum.

Hacc günü gelince elimdeki Hacc parası tamamlandı. Nereden geldiğini bilmiyorum, ödünç de almadım. Nasıl ki giderken görmedim, gelirken de görmedim.

Sene; 1952, yaşım; 25. Yapayalnız gittim. Niçin yalnız gittim? Yol kapalıydı. "Biiznillâhi Teâlâ geçerim" niyetiyle gittim. Ankara'ya vardım ve yollar açılacak, dediler. O zaman bekleyeyim dedim. Onlara yardım etmek için ilk on kişinin içerisinde bizi seçtiler. Vizemi aldım ve yola çıktım.

İskenderun'a vardım. Selahattin Geylani adında bir zât vardı, ona gittim ve birinci kafileyle bizi yolladı. Arkadaşım yok, hiçbir şeyim yoktu. Bunlar bizim için mevzu değil. Anladım ki kefeni giymekle iş bitiyormuş. Vakta ki elbiseyi soyuyorsun ihramı giyiyorsun, "Ben kefenimi giydim!" diyorsun, artık işin bitti. Her işin O'na göre olursa halkla işin olmaz, alışverişe girmezsin, çarşıyı pazarı gezmezsin. Hep Hakk ile olursun.

Orası nur beldesi, oranın havasını teneffüs etmek, o nura yakın olmak, nur ile hemhâl olmak ayrı bir âlem. Tabi onun gizli halleri var.

Gençken Kâbe'ye gece yarısı giderdik. Sabah namazını, işrak namazını kılar dönerdik. Çorbamızı içer biraz yatar, uyurduk... Sonra, Duhâ namazını kılmaya tekrar giderdik. Artık oradan hiç çıkmazdık; öğle, ikindi, akşam, yatsı namazını orada kılıp eve dönerdik. Kimse mâni olmasın, önümden kimse geçmesin diye mümkünse iki direk arasını tutardım. Mescid-i Nebevi'de ise Ashâb-ı Suffe'de otururdum. Öyle kalırdık, hiçbir yere, çarşıya pazara gitmezdik. Niçin? Oranın ânı kıymetlidir. Yemekle, içmekle, pazarla, pazarlıkla hiçbir işim olmazdı. Oranın hâli, havası ayrı. İslâm orada doğdu ve orada avdet edecek. Hatta bir temsil anlatayım.

Düzce'de bir kasap İsmail var. Bir gün ona bir tüccar demiş ki: "İsmail, Düzce'de bir kimse var, tanıyor musun?"

"Tanıyorum, komşumdur." demiş. O adam takip etmiş.

"Yahu! Bu adam hiç mi abdest almıyor? Sabah orada, öğle orada, ikindi orada, akşam orada, yatsı orada, hep orada."

Hayır çıkmıyorum! Çünkü yemek yemediğim için ihtiyacım yok. Yemek canım isterse şeker kırıyorum suyla beraber ekmek alıyorum karnımı doyuruyorum. Niçin? Buraya yemek yemek için gelmedim.

Binaenaleyh size o Hacc'ı ve o Hacc'daki bir sırrı anlatayım:

Delil'in evine de gittim. Yalnızdım. Bir hafta sonra Düzceliler geldi. Oranın Delil'i bizi çok sevmiş. Hacc bitti ve bizi gizlice Medine-i Münevvere'ye göndermek istiyorlar. Çünkü Düzce'nin Hacıları var. Eskiden Kâbe-i Muazzama'nın etrafında hep evler vardı. Konyalıların binasının arkasına dayanmış Kâbe-i Muazzama'ya bakıyordum. "Kalk, tavafını yap!" dediler. Kalktım, tavafımı yaptım, veda kapısından çıktım ve geldim yine eski yerime oturdum. Çünkü gidecek yerim yok. Hep oradaydım. Akşam vardım, dediler ki: "Delil her tarafta seni aratıyor." Ne yapacak? Bilmiyorum!

Gittim. Mansur Bey; "Eşyanı gizlice getir." dedi.

Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin. Bir otobüs ayarlamış. "Seni Medine-i Münevvere'ye göndereceğim, kimse duymasın! Orada rahat edersin. Kimse yokken ziyaretini de yaparsın." dedi ve bizi bir hafta evvel gönderdi.

Binaenaleyh orada gördüğüm esrarın tarifi mümkün değil. Buna amil ne idi? Doğrudan doğruya Hazret-i Allah'a teslim oluşum, helâl para ile gidişim ve arkadaşımın Hakk'ın olmasıdır, halkın olması değil. Yalnız gittim ve yalnız döndüm. Ama o Hacc'ı bir daha yakalayamadım. Sonra Cenâb-ı Hakk bana çok verdi, her sene giderdik, ama o Hacc'ın hâli başkaydı. Çünkü başka zaman arkadaşlarım vardı, şuyum vardı, buyum vardı, ama o zaman Hakk ile idim.

Binaenaleyh anladım ki orası Hakk pazarı halk pazarı değil. Helâl para olacak, rızâ-i bari ile gidilecek. Orada hiçbir şey görülmeyecek ve hiçbir şeye bakmayacaksın. Hele Mekke-i Mükerreme laubaliliği biraz kaldırır, ama Medine-i Münevvere hiç kaldırmaz. Çok edepli olmak lâzım. Bu edep içinde bulunduğun takdirde muhafazadasın. Edepten çıktığın zaman muhafazada değilsin. Bunu burada ölçü bilin. O kadar nazik bir yer.

Helâl para olacak, rızâ için gidip gelinecek, yoksa uydum kalabalığa gidip gelinirse, Hacı oldun mu? Boş! Boş! Umre'ye gittim diye sevinir amma umresini otelde, çarşıda, pazarda geçirir.

Hacc öyle bir yerdir ki; çarşıya, pazara dalmaya gelmez. Size başımdan geçen bir olayı anlatayım:

Cenâb-ı Hakk 1952 senesinde bize ilk Hacc'ı nasip etti. Hacc'da iken birkaç parça hediye aldım, fakat döndüğümde de pişman oldum ve dedim ki; inşallah bir daha gidersem, oradan hiçbir şey almayacağım. Cenâb-ı Hakk tekrar nasip etti. Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'dan çıkarken ayağıma bir takke takıldı. Ayağıma sürüklendi ayıp olmasın diye sadece o takkeyi parasını vererek aldım. Buyurdular ki; "Hani sen bir şey almayacaktın?"

Onun için ne gerek çarşı, pazar, hediye! Hakk ile alışveriş, alışverişlerin en güzelidir. Allah'ım kabul buyursun. Helâl para ile niyet-i hâlisa ile yapılan bir Haccın karşılığı Cennet-i alâ'dır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Mebrur bir Hacc'ın mükâfatı ancak cennettir." buyurdular. (Buhâri. Tecrid-i Sârih: 844)

Ne büyük şey! Çok ince. İncelerin bir tanesini anlatayım. Bir gün bir meseleden dolayı bir arkadaş bir yere gitti. Onu bekliyordum. Safa ile Merve arasında camlar geniştir, orada namaza durdum. Önümde bir zât var. Benim namaza durduğumu görmüyor, bilmiyor. Azıcık bir yer kalmış, secdeye ihtiyacım var. O zâta azıcık elimle dokundum. Yani müsaade et, secde yapacağım demek istedim. "Amma da hırçınlaştın!" buyurdular.

Yani, adama şu kadar dedim; "Namazdayım, müsaade et, şurada secde edeyim!" İşte orası böyle bir yer.

Onun için "Hacc'a gittim geldim!" bunlar boş şeyler. Çünkü kabul olunmuş Hacc'ın karşılığında cennet var. Cennet-i Alâ'ya mazhar olmak lâf işi değil. Çok dikkat lâzım, edep lâzım, helâllik lâzım, lâubalilik katiyen kaldırmaz. İnsan gece orada, gündüz orada, çarşı bilmeyecek, pazar bilmeyecek. Bir şey alacaksanız memleketinizde alacaksınız, eve bırakacaksınız, geldiğinizde vereceksiniz. Hediye almakla meşgul olmamalı; hurma, yüzük ve Zemzem müstesna. Burada zaten tesbih çok. Ama pazara çarşıya gitme.

Değmez! Değmez! Ben buraya halk pazarına gelmedim. Zaten benim ihtiyacım olmazdı. Yemem yok, içmem yok. Dediğim gibi icap ederse azıcık şekeri suya katarım ekmekle beraber yerim. Tamam işim bitti. Niçin? Bir daha ya geleceğim, ya gelemeyeceğim. Değmez!

Onun için baktım ki, Hacc hiç zannedildiği gibi değilmiş, çok inceymiş. "İhramı giymekle kefeni giydim" diyen kazanıyor. "Hacc'a geldim" diyen boşa gidiyor. Onun için niyet-i halisayla, helâl parayla, mahviyet içerisinde, edep içerisinde gidilmesi lâzım.

Hacc'a öz insanların gittiği bir zamanda iki zât konuşuyor.

"Bu sene Hacc'da kaç kişi var?"

"Altı yüz bin kişi var."

"Kaç kişinin Hacc'ı kabul oldu?"

"Altı kişinin."

Altı yüz bin kişiden altı kişininki kabul olmuş. "Fakat Cenâb-ı Hakk o altı kişinin yüzü suyu hürmetine ötekileri de kabul etti."

Hacc deyince akan sular duruyor, ama insan bunun farkında değil. "Hacc'a gittim, hacı oldum geldim!"

Hacc'ın inceliğini Cenâb-ı Hakk duyurursa orada anlarsınız.

Hacc'da ihramdan çıkarken tıraş olunur. Mânevi tıraşın manası ise şudur ki: Hakk'tan gayri her şeyi kazıyıp yok etmedikçe katiyyen mânevi Hacc husule gelmez!

Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'dayım. Çok şiddetli bir ibtilâm var. Birkaç gün evvel de Allah-u Teâlâ büyük bir ihsan ve ikramda bulundu. Amma ibtilâm çok şiddetli, içim yanıyor, kavruluyordu. Dedim ki bunu alıverin!

"O zaman verdiğimizi de alalım!" dediler. Yok o kalsın, dedim.

"Bu da kalsın o zaman!" dediler. Râzıyım, almayın dedim.

Verdikleri lütuf, verdikleri ateşten çok fazla. Yani onun alınmaması için o ibtilâya râzı oldum. İbtilâsız bir şey verilmiyor.

İbtilâ bir rahmettir. İbtilâ bir lütuftur. İbtilâ bir ihsandır. Elhamdülillâh.

Sonra; "Hele Arafat'a bir çık da düşünürüz!" dediler.

Arafat'a çıktık, ondan sonra Arafat'ta o ibtilâyı aldılar. Elhamdülillâh. Cenâb-ı Allah'a sonsuz şükürler olsun. Yoktan var eden, nimetlerine gark eden Sahib'imize gerçekten şükür.

Burada anlatmaya çalıştığımız, verilen nasıl veriliyor bilesiniz diye. Verilen nur, ateşle veriliyor. Ateşi hazmedersen nura dahil olursun. Ateş kalkar, sen nura dahil olmuş olursun.

Kimisi gider, kimisi tayy-i mekânla gider, kimisi ruhla gider. Ruhla giden nasıl olur? Bir anda istediği yere çıkması düşünce ile mümkün olur değil mi? O bunun tatbikini yapar.

Meselâ; siz bizi namazda burada görürsünüz, fakat Kâbe'de devamlı oturduğumuz yer vardır. Biz oraya nazar eder öyle namaz kılarız, oradayız. Ama kalıbımız burada... Biz, Cenâb-ı Hakk dilediği zaman her an oradayız...

 

Bir Yıl Öncesinden İfşa Edilen Kıbrıs Harekâtı:

Kıbrıs Harekâtı'nın olduğu gün sevenlerinden bir kardeş küçük bir cep radyosu getirmiş, haber dinlemek için açmışlar. Zât-ı âlileri o anda işi bırakmış, sağ elini alnına koymuş, gözlerinden şapır şapır yaşlar gelmiş.

Haberi beraber dinledikleri sevenleri de duygulanmışlar.

Bir ara Hacı Celal Efendi gelmiş, telâşlı telâşlı: "Savaş başladı!" demiş.

Zât-ı âlileri; oradakilere şöyle buyurmuşlar:

"Hacı Efendi'nin telâşını size şöyle arz edelim: Bu sene Hacc'da Kâbe-i muazzama'ya bakıyorduk. Bir ara perde açıldı, Allah-u Teâlâ Türk-Yunan savaşı sahnesi gösterdi. Yanımızda Hacı Celal Efendi vardı, ona bu harbin olacağını ifşâ etmiştik."


Önceki Sonraki