Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin çocukluğunun ilk yılları Yenipazar şehrinde, zengin bir tüccar olan babaları Muharrem Efendi'nin müşfik ve disiplinli terbiyesi altında geçmiş, fakat çok küçük yaşta henüz altı yaşında iken babaları aniden vefat etmiş, üç küçük kardeş yetim kalmışlardır.
Babalarının vefatından birkaç yıl sonra 1936 yılında ailesi ile beraber Türkiye'ye göç etmişlerdir.
Bu husustaki beyanları şöyledir:
"Fakat babamız orada vefat etti, takdir öyleymiş, orada kaldı. Yabancı bir devletin içinde küçücük çocuklarız. Sonra Rabb'imizin lütfuyla, Yugoslavya'dan Türkiye'ye geldik."
Türkiye'ye geldiklerinde altı ay Zonguldak'ta kaldıktan sonra Düzce'ye yerleşmişlerdir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri küçük bir yetim, fakat ailenin en büyük erkek ferdi olması hasebiyle çok küçük yaşında hayata atılmak zorunda kalmışlar, evin geçimini temin edebilmek için bir taraftan zanaatta çalışırken aynı zamanda simit vs satarak ekmek parası kazanmaya çalışmışlardır:
"Babamız zengindi, tüccardı, ona göre bir hayatımız vardı, her şeyimiz vardı. Babamız ahirete irtihal edince yetim kaldık. Buraya gelince bu zenginlik bitti. Eve ekmek lâzım, ekmek kazanacak kimse yok, biz hem zanaatta çalışıyoruz hem simit vs. satıyoruz, evi geçindirmek için. Yani hem evi geçindiriyoruz hem sanat öğreniyoruz. Biz çok küçük yaşta hayata atıldık. 16 yaşındayken esnaf olduk. Dolayısıyla hayatın her yolunu biliyoruz. Zenginliği de, fakirliği de, yoksulluğu da, yetimliği de biliyoruz. Hayat çok büyük sıkıntılarla kaimdir. Kirada oturduğumuz yıllarda; soğuk bir pencereden girer, diğerinden çıkardı, ciğerlerimizi üşüttük, yine de tutunmaya çalıştık. Çok çektiğimiz zaman da oldu, fakat Cenâb-ı Hakk lütfuyla yürüttü."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri kısa zamanda, küçük yaşta ayakkabı imalatı üzerine çok iyi bir sanat sahibi olmuşlar, henüz 16 yaşında iken dükkân açarak esnaflığa başlamışlardır. Çok geçmeden işleri büyümüş, birçok eleman-kalfa çalıştırır duruma gelmişler, zanaatındaki ehliyet ve yetkinliği kısa zamanda yayılmış, yakın ve uzak illerden müşterileri gelmeye başlamıştır.
Ticarî hayatta işlerini çok daha fazla büyütme imkânları varken mânevî yola intisap ettikten sonra şeyhinin işareti üzerine işlerini küçültmüşler, sadece maişetlerini temin edecek kadar tek başlarına çalışmaya başlamışlar, bütün ömürlerini Allah yoluna vakfetmişlerdir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin babası Muharrem Efendi çocuk terbiyesine çok dikkatli, şefkatli ve aynı zamanda disiplinli bir Zât-ı muhteremdi.
Babaları Muharrem Efendi'nin zenginliğine rağmen, çocuklarını yetiştirmekteki şefkat ve disiplini hakkında Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyurmuşlardı:
"Zengindi, fakat bir kuruş para verdiğini ve harcadığımızı hatırlamıyoruz. Bir çocuğun ne ihtiyacı varsa alır eve getirirdi. Biz de bu şekilde tutumlu yetişmiş olduk."
"Allah'ım nur içinde yatırsın, babam çocuk terbiyesini çok iyi bilirdi, gözle terbiye ederdi. Çok disiplinli, çok tertipli bir insandı. Ondaki tertip bize sinmiş olacak ki, şimdi bile çok faydasını görüyoruz."
"Üç kardeştik, büyük bir odamız vardı, misafir odası. Annem ve babam köşeye oturur, biz de odanın bir kenarında ellerimiz diz üstünde, saatlerce hiç kıpırdamadan otururduk, birbirimize bakamazdık. Babam bize bakar diye, döver diye değil. Öyle yetiştirmiş. Babamız dövmezdi, bakardı. Çünkü bizi gözle terbiye etmiş, sözle bile değil... Hakk Celle ve Alâ Hazretleri böyle yetiştirmiş."
Muharrem Efendi Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çok küçük yaşında Kur'an-ı kerim mektebine yollamıştı:
"Babam çok küçük olduğum halde Kur'an-ı kerim mektebine yolladı. Okusun diye değil, gözü orada açılsın diye. Bir, iki sene gidip, geldim."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin babaları Muharrem Efendi'nin disiplini ve terbiyesi hakkında diğer bazı beyanları da şöyledir:
"Annem anlatıyor:
"Çok küçüktün, o kadar küçüktün ki kendini tanımayacak kadar küçüktün. Sofrada yemek yerken buradan alacağına, buradan aldın. Baban da 'Eline dikkat et!' dedi, elinin tersiyle bir vurdu ve sofradan devrildin, tabi buna çok kızdım ve dedim ki: 'Bu senin yaptığın ne? Çocuk kendini bilmeyecek kadar küçük, kendi sofrası.'
Bana şöyle dedi: 'Ben bunu senin için yaptım, benim için yapmadım ki.'
'Benim için yaptığın iş nedir?' diye sordum.
'Bu çocuğun bir defa yüzü kızardı, ömrü boyunca bir daha senin yüzün kızarmaz.' dedi.
Hakikaten ömrüm boyunca ben senden kızarmadım. Ne düşünüyormuş, nelerin hesabını yapıyormuş..."
Onun için anne ve babama her gün duâ ederim. Cenâb-ı Hakk'a niyaz ederim. Halbuki görünüşte bir şey yok. Buradan alacağıma, oradan almışım. Hayır, o çok ilerisini görmüş.
Yemek yiyorduk. Ekmeği nasıl tuttuysam: "Oğlum kaçmaz!" dedi. Hatamı o zaman anladım. Çünkü çocuk onun hata olduğunu ne bilir?
Sert mizaçlı ve disiplinli idi. Bizi dövmezdi, lâkin o sert hali bizi terbiye ederdi, bakışlarından ne demek istediğini anlardık. Sevmekle beraber hiç taviz vermezdi, her bakımdan çok tabiatlıydı.
Ve katiyetle yalanı istemezdi. Yaptın mı? Yaptım. Yaptığın bir şeye "Yaptım!" dersen, bir şey demezdi. "Yapmadım!" dediğin zaman çok kızardı."
Hayatlarında iz bırakan bir hatıralarını da şöyle anlatmışlardı:
"Babamın odasında bir duvar vardı gömme dolap. Burada ne var diye dolabı açtım, banknotlar yığılmış. Demek oradan bir devlet girmiş, onun parası batmış, orada kalmış. 'Haa!' dedim, 'Kâğıt paranın hükmü yok.'
O zihnimde kalmış, belki 3-4 yaşındayım. Ve bir daha kâğıda değer vermedim."
Muharrem Efendi'nin vefat etmesi üzerine müşkül duruma düşen ailesi daha evvel Türkiye'ye göç eden akrabalarının da daveti üzerine 1936 yılında Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç ettiler.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Türkiye'ye gelişlerine vesile olan büyük teyzelerinden şöyle bahsetmişlerdi:
"Büyük teyzemiz burada idi, Yugoslavya'dan buraya o çekti. Kâzım Efendi'nin hanımı, adı Fatma idi. Anneme; "Çoluk çocuğunu orada bırakma, buraya gel!" dedi. Annem de kalktı onun yanına geldi. Sonra biz ondan ayrıldık, ayrı ev tuttuk. Diğer teyzelerim; Mahiye, Emine onlar orada kaldılar."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Türkiye'ye geldikten sonraki ilk yıllarında yetimlikten sonra fakirlikle geçen zor bir dönem geçirmişlerdir.
Ancak Hazret-i Allah'ın onları oradan çekip almasında türlü hikmetler vardı ve çok daha büyük sıkıntılardan kurtarmıştı. Nitekim Türkiye'ye göç etmelerinden sadece 3 yıl sonra 2. Dünya Savaşı patlak vermiş, oranın halkı çok daha büyük sıkıntılar çekmişti.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin babalarının vefat ederken yapmış oldukları duasına atıfla bu husustaki beyanları şöyledir:
"Cenâb-ı Hakk ona o duâyı nasip etmiş. Hakikaten Allah'ımız öyle rahmet etti ki, o harbi-darbı görmeden Türkiye'ye geldik ve hiç sıkıntı çekmedik. Nice zengin ve varlıklı insanlar vardı, onlar da dahil olmak üzere oranın halkı dille tarif edilmez çok sıkıntılar çektiler. Çünkü birkaç devlet girdi çıktı, nihayet komünizm geldi."
Türkiye'ye gelmelerinde şüphesiz başka hikmetler de vardı. Nitekim Zonguldak'ta altı ay ikamet ettikten sonra Düzce'ye yerleşmeleri hususunda Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardı:
"Onu Zonguldak'tan, altı ay gibi çok kısa bir süre içerisinde Düzce'ye biz getirdik!"
Halbuki o tarihte daha çocuk idiler ve henüz Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmedikleri gibi zâhirde de karşılaşmış değillerdi.
Görüldüğü üzere oradan gelmeleri, Düzce'ye yerleşmeleri, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri ile buluşmaları hep ilâhi takdirin ve Hazret-i Allah'ın lütuf tecelliyatının bir neticesi, ilâhi bir hikmeti idi.
Ve böylece mânevî kapılar açılacak, murâd-ı İlâhi husule gelecekti.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri babalarını küçük yaşta kaybettikten ve Türkiye'ye göç ettikten sonra ailenin durumu da çok iyi olmadığı için küçük yaşta -daha evvel de arzedildiği gibi- zanaatta (ayakkabıcılık) çalışmışlar aynı zamanda simit vs. satarak ailesinin geçimini sağlamaya çalışmışlardı.
Böylece genç yaşta hayata atıldılar.
Küçük yaşta başladıkları zanaatta kısa zamanda tekâmül ettiler ve çok genç yaşta henüz 16 yaşında iken dükkân açarak esnaflığa başladılar.
Sanatlarının tekâmül etmesi hakkındaki beyanları şöyledir:
"Teyzem çok evvel Düzce'ye gelmişti. Biz de onun dâveti üzerine geldik. Hemşiremiz Zonguldak'ta idi. Onun yanına gittim, bir müddet orada çalıştım. Düzce'de her ne kadar çalıştıysam da tekâmül etmiş değildi, sanatı Zonguldak'ta öğrendim. Orada sanatı tekâmül ettirince, kısa bir sıkıntıdan sonra Cenâb-ı Hakk nasip etti, 16 yaşında Düzce'de dükkân açtım."
Kendileri gençlik dönemlerinde dahi asaleti, çalışkanlığı, dürüstlüğü, nezafeti, sanatındaki mahareti ile dikkat çeken, örnek bir şahsiyet olmuşlardır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri genç yaşında imalata ve ticarete, ticaret için İstanbul'a gitmeye başlamıştı:
"17 yaşında İstanbul'a ticaret için giderdik."
Zât-ı âlileri genç yaşta sanatı ve ticareti ile numune olmuş, komşu şehirlerden hatta şehirler arası yolculuğun çok müşkül olduğu 40'lı yıllarda uzak şehirlerden müşterileri gelmeye başlamıştı:
"Düzce'de her ne kadar iyi ayakkabı yapılıyorsa da daha iyisi yapılmaya başlayınca rağbet bulduk. O rağbet bana şöhret getiriyordu.
Kadın ayakkabısı yapardık, çizme yapardık. Uzak uzak yerlerden gelirlerdi, körüklü çizme yaptırırlardı."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri henüz intisap etmemiş iken şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kendilerine nazar etmesi yakın ihvanının dikkatini çekmişti:
"Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş olan Hafız Bayram Efendi şöyle anlatmıştı:
'Efendi Hazretleri, siz çarşının neresinden görünürseniz görünün, göründüğünüz yere doğru gözlerini diker, siz geçerken gözleri ile kayboluncaya kadar sizi takip ederdi.'
İntisaptan evvel, yani çocukluğumuzda olmuştu bu ve biz buna hayret ederdik, bir hikmet arardık.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne:
'Efendim! Bu gence niye nazar ediyorsunuz?' diye sorulduğunda.
'Hah! Bu gence iyi bakın!' diye buyurmuşlar."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri çok tertipli idi, güzel giyinirdi. Müslümanın numune olması gerektiğini söyler, ihvanına mevsime göre, renk uyumuna dikkat ederek giyinmesini tavsiye ederdi.
Her dâim bütün hayatlarında böyle hareket ettiler.
Gençliklerinde, 1940'lı yılların yokluk devirlerinde giyim kuşamlarına, nezafete dikkat etmeleri halkın nazarını celbederdi.
"O zamanlar para çok kıymetliydi, çok kıttı. Bir Abaza; 'Bizim köyde bir kişi bir ayakkabı aldı mı bütün köy onu giyerdi' demişti. Herkesin yamalı pantolonu vardı. Bir elbise 25 lira, giyen çok azdı. Ayakkabı 4-5-6 lira idi. Yoktu."
İntisap edip Allah yoluna dehalet ettiklerinde Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin huzuruna mülaki oldukları ilk görüşmelerinden sonraki halini ve takva elbisesine bürünmelerini şöyle anlatmışlardı:
"O anda kalpten ne aldılar ne verdiler bilmiyoruz. Dakikaların içinde halimizde öyle değişme oldu ki on dokuz, yirmi yaşlarında girdik, huzur-u saadetlerinden artık altmış yaşında bir kimse olarak çıktık.
Bundan sonra ne elbise, ne ipekli gömlek... Senelerdir elbiselerimiz duvarda çürüdü de, rahmetli Vâlidem yalvarırdı: 'Oğlum çürüdü bunlar!..' derdi. 'Çürüsün anne!' derdik ve giymezdik, dünya ile hiç ilgilenmezdik."
Allah-u Teâlâ'nın giydirdiği mânevî elbiseler ise bambaşkadır:
"Soyunmadan giyinilmez. Hakk'tan gayri her şeyden soyunacaksınız ki, Allah'ımız bize elbise giydirsin; haya elbisesi, edep elbisesi."
"Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri: 'Onu tanıyıp itibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu.' buyuruyor. ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.16, Bas.: Mısır, 1954)
Bu elbise ilâhî bir nurdur. Bu lütuf yalnız sâdık ihvana âittir. Allah-u Teâlâ ona giydirdiğini yakınlarına da giydirecek, üzerlerinde o elbise olduğu halde Mahşer'e çıkılacak. Mahşer halkının arasında en büyük şerefi taşıyacak. Dikkat ederseniz ona giydirilen elbise ihlâslı ve sâdık olan hakiki ihvana da giydiriliyor. Bu ise sadakat ile bütün gönlü ile bağlı olan kimseye âittir, başkasına âit değildir. O elbise öyle bir elbisedir ki, mahşerde de o elbise ile çıkılacak."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri intisaptan sonra şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin işareti ile işlerini küçültmüşler ve kendilerini tamamen Allah yoluna adamışlardı:
"İntisaptan sonra Efendi Hazretleri hâli bir lisanla; "İşini küçült!" dediler. Çok kalfa çalışıyordu. Ankara'dan, İstanbul'dan kalfalar toplardık. Onlar çalışırdı. Çok parlak işimiz vardı, çok büyük teşkilatımız vardı, dükkânda değil, evde dahi tezgâhlar vardı. O büyük işi dağıttık. Yavaş yavaş hepsini söndürdük. Yetecek kadar çalışıyorduk, son noktaya kadar azalttık, bir tek çırak kaldı.
Eğer Cenâb-ı Hakk beni muhafaza etmeseydi apartmanlarım olurdu. Niçin? Öyle bir zaman geldi ki 5 kuruşluk basma 5 liraya çıktı. Bizden sonra açanlar çok zengin oldu.
Bolu'dan bir arkadaş geldi; 'Buraya bir kavafiye açalım' dedi, 'Mehmet! Ben emir almadan bir şey yapmam!' dedim. Sonra izin isteyince 'Hayır!' dediler.
Allah'ıma şükürler olsun ki beni zenginlikten korudu. Zengin yapmadı. O'nun zenginliği hepsinden üstün. O'nun koruması ile kurtulduk. O zamanlar para çok kıymetliydi, çok kıttı."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri hayatları boyu kendi kazancı ile geçimini temin etti. İhtiyaçları kadar çalıştılar, kimseye el açmadılar, hiçbir menfaate tenezzül etmediler, kimseden bir kuruş almadılar.
1988 yılında Hakikat Vakfı kurulduktan sonra vakfın başkanlığını yürüttükleri hâlde, vakfın her işiyle ilgilendikleri hâlde vakıftan bir kuruş almadıkları gibi, kitaplarının gelirini dahi vakfettiler. Hediye ettikleri kitaplarını satış fiyatından parasını verirlerdi. Hatta vakfın yemeği helâl olduğu hâlde güzel bir numune bırakabilmek için vakfın yemeğini dahi yemediler.
Dikkat ederseniz bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sünneti bu şekildedir. Geçimleri kendi kazançları iledir.
Hadis-i şerif'te: "Allah hiçbir peygamber göndermedi ki koyun çobanlığı yapmamış olsun." buyuruluyor. (Buhârî. İcâre 2)
Kişinin kendi kazancı ile geçimini temin etmesi ancak bir iftihar vesile olduğu halde; bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmak isteyen bazı kimseler ise Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni küçümsemek, yahut hakaret etmek için mesleğini diline dolayarak "Ayakkabı tamircisiymiş" gibi sözlerle kendi kıt akıllarınca güya aşağılamaya çalıştılar. Hayatını mânevî irşada hasreden, bütün varlığını Allah yolunda harcayan bir Zât-ı âli'ye değil düşmanlık, su-i zanda bulunmak bile büyük bir bedbahtlıktır.
Bunlardan birisi "Korkunç fetvacı Şıh Ömer ayakkabı tamircisiymiş..." diye başlık atıp hakaret ederek, küçük düşürmeye çalışmıştı. Bu yazısı sebebiyle mahkeme kararıyla yayınlamak zorunda kaldığı tekzip metninde (Bkz. Savaş Ay, Sabah Gazetesi, 21 Şubat 2005) mesleği ile ilgili yakıştırmaya Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle cevap vermişlerdi:
"Başlıkta kullandığınız "Ayakkabı tamircisiymiş." ifadeleri de hakaret ve aşağılama maksatlıdır. Biz 16 yaşımızda esnaflığa başladık. 1940'lı yılların şartlarında ayakkabı imal eden, Türkiye'nin birçok şehrinden müşterileri olan bir ticaret erbabı idik. Maddi imkânlarımız yerinde olmasına, birçok ziyaretçimiz bulunmasına rağmen yüksünmeden önümüzde önlüğümüz ile şahsımıza ait dükkânda ayakkabı imalatı ve tamirciliği yapmaya devam ettik. Geçimimi daima alın terimle, ticaretimle kazandığım paralarla temin etmişimdir. O kadar eserimiz vardır hiçbirisinden bir kuruş menfaatim olmamıştır. Kaldı ki esnaf veya zanaatkâr olmak ilim tahsili ve neşri için engel midir ki, böyle küçümseyici bir başlık kullanılmıştır. Sizin bu tavrınız geçimini ayakkabı tamirciliği ile sağlayan binlerce insanımıza da saygısızlıktır. Bizi itham etmek isterken kendi değerinizi ortaya dökmüş oldunuz."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri çok genç bir yaşta, dini tedrisatın yasaklandığı, dinsizliğin moda olduğu, gençlerin camiden, namazdan uzak durduğu bir devirde, 1940'lı yıllarda henüz 19 yaşında iken Tarikat-ı âliye'ye dehalet ederek mânevî ve zahirî ilimlerle mücehhez büyük bir Zât-ı âli olan Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmişlerdir.
İntisaplarını ve insanların bu durumu hazmedemeyip engel olmaya çalışmalarını şöyle anlatmışlardı:
"Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz Tarikât-ı âliye'ye girme lütfunu bahşettiği zaman on dokuz yirmi yaşlarında idik. Burada Müftü Efendi vardı, Allah rahmet eylesin değerli bir zâttı. O duymuş ve geldi; 'Oğlum' dedi, 'Duydum ki Tarikat-ı âliye'ye intisap etmişsin. Bu kadar zamandır seninle görüşüyorum, bir defa olsun bu yolu sana tavsiye etmedim, olduğunu bile bildirmedim. Madem Cenâb-ı Hakk buldurmuş, sana şunu haber vereyim ki; şeytan ordusu ile hücum edecek. Yoldan alıkoymak için çok engeller çıkaracak. Çünkü bu yol Allah yoludur. Bu yola girenlerden ümidini keser. Alırsa bir nefer, kaybederse bir düşman kazanacak, haberin olsun.'
Çünkü en yakın arkadaşlarım dahi beni yoldan avlamak için, 'Acaba niçin namaz kılıyorsun?' derlerdi. Bunları hep şeytan söyletiyor. Yani nasıl alacağını bilmiyor da böyle tahrik ediyor!
Bütün arkadaşlarımız, bütün akrabalarımız engel olmaya çalıştılar.
Hatta hiç unutmam gayet yakınım, bir akrabam bir gün öyle söyledi; 'Hangi sofunun kızını gözüne kestirdin de, gözüne girmek için arkasında namaz kılıyorsun?' dedi.
'Öyle bir şey yok' dedim. Yalnız bu arada;
'Allah'ım ben sana sığınıyorum, bunların fitnesinden beni muhafaza et!' derdim.
O kadar ileriye vardılar ki, rahmetli anneme gittiler;
'Bu çocuk deli olacak, bu çocuğu bu yoldan al!' dediler.
Fakat Hakk'ın tuttuğunu halk koparamıyor, Hakk'ın attığını da kimse tutamıyor. Zaman geldi annem de intisap etti."
"Annem'e rica ettim; 'Efendi Hazretleri'ne gidiver, bakıver, ziyaret ediver, dönüver!' demiştim. Ablamı yanına alıp, elinde reçel kavanozu olduğu halde gitti.
Efendi Hazretleri'nin yanına girmeden reçel kavanozunu dışarıda kapının önüne koymuşlar ve öylece huzura girmişler, anneme kardeşim Yusuf'u ve bizi kastederek şöyle buyurmuş;
'Allah-u Teâlâ sana hediye olarak iki çocuk verdi, onların ikisi de bir dükkânda çalışıyor.'
Tam çıkarlarken de; 'Kapının arkasındaki reçel kavanozunu unutma!' buyurmuşlar.
Efendi Hazretleri, annemi hiç görmemişti, fakat Allah-u Teâlâ'nın bildirdiğini bildirmek istiyordu. Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurlardı.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun."