Babam büyük bir tüccardı. Yugoslavya'nın diğer şehirlerine ve hariç devletlere peynir, elma-armut gibi şeyler ve hayvan sevkederdi. Vefat ettiğinde biz altı yaşında idik. Ramazan-ı şerif'in galiba ortalarında, on beşinde vefat etti.
Allah-u âlem, Tarikât-ı âliye ile bir ilgisi yoktu, fakat ahkâma çok bağlı idi. Namazını geciktirmemek için at üzerinde kılar, yine kılarmış.
Çok da merhametli imiş. Annem bir gün odaya girdiğinde onu ağlarken görmüş, niçin ağladığını sorduğunda şöyle demiş:
"Şu kadar sene tüccarlık yaptım. Bazı memleketlere vapurla hayvan götürürdük. Vinçlerle vapura yüklediğimiz durumlar da olurdu. Tabii ki hayvan sıkıntı çekerdi. Onu hatırladım, huzur-u İlâhî'de ne cevap vereceğimi düşündüm de ona ağladım."
•
Ramazan-ı şerif'te akşam ezanı okununca evvelâ iki-üç lokma ile orucunu açar, küçük iftarı yapar, sonra akşam namazını kılar, büyük iftarı daha sonra yapardı. Bize bu âdet babamızdan kaldı. Çünkü mide o iki-üç lokma ile harekete geçmiş oluyor, sonra yemek yiyince de dokunmuyor. Midenin sıhhati bakımından da faydalıdır.
•
Buraya gelmeyi çok istermiş. Teyzemin kocasına: "Sen Türkiye'ye gidiyorsun. Böyle idim, şöyle idim diye buradaki durumu düşünme. Bir gün aç bir gün tok olsan bile hâline şükret." demiş.
•
Annem derdi ki: "Benim bir gün bana şu lâzım dediğim vaki değil. Gelir zembili alır, mutfağı gezer, gider. Ne ihtiyacım varsa alır getirir."
Böyle tabiatlı insanmış. Dolayısıyla bir gün ben onun para verdiğini bilmem, ne lâzımsa getiriverirdi.
•
Her gün anne ve babamı anarım. "Rabb'im sana sonsuz şükürler olsun! Beni ne güzel terbiye ettin. Ve bana ne güzel de terbiyeci bir baba verdin." diyorum. Çok küçük yaşta öldü ama o küçük yaşta bana verdiğini hâlâ yürütüyorum. O küçük yaşta bana verdiği terbiye hiç aklımdan çıkmaz. Ve o düsturdan böyle gidiyorum. İnsan yetiştirmek murad, adam yetiştirmek değil... Allah'ım râzı olsun.
•
1954 yılında Yugoslavya'ya bir kış gününde gittim. Geldiğimi karakola bildirmem lâzımmış. Teyzemin evinden çıkınca hemen çarşı var. Babamın arkadaşları bir yerde mangal başında oturuyormuş. Biz orada görününce birisi dedi ki: "Kim bu yabancı?"
Başka birisi de:
"Bu filâncanın çocuğu olsa gerek, çünkü geleceğini duydum." dedi.
İçlerinden birisi ağlamaya başladı. Arkadaşları diyorlar ki; "Bunda ağlanacak ne var?"
"Gördünüz mü helâl lokma yedireni." diyor.
Yediremediğinden ağlamış. Nereyi tutturuyor, akıllı insanlar neler düşünüyor.
•
Yugoslavya'ya gittiğimizde bize çok rağbet ederlerdi, izzet-i ikram ederlerdi. Sabahleyin buradaysam, öğlen de buradayım, akşam da buradayım. Halkımız misafirperver.
Babamın bir ahbabı dedi ki;
"Bundan sonra, yapılan bütün bu istikbal babana değer."
"Ne yaptı?" dedim.
"Bunun yaptığı tarif edilmez. Halk seni tanımaz ki... Onun yaptığını, ektiğini sen topluyorsun." dedi.
•
Bir akrabam Yunus Efendi'nin anlattığı bir olayı anlatayım:
"Çocuktum, babam öldüğünde bir kimsenin yanında çıraklığa başladım. Bu meyanda ustam hastalandı. Kış geldi. Gideceğimiz yer uzak, meğer tren gece yarısı varıyormuş oraya. Gece yarısı vardık, herkes trenden çıktı. Ustam hasta ben çocuk, garip kaldık. O meyanda baktım, bütün kapılar açılıp kapanıyor, karşımda baban duruyor. Hemen bizi aldı. Beni bir yere bıraktı. Ustamı gece yarısı hastaneye kaldırdı. Beni sonra aldı, gittiği otele götürdü. Birkaç gün usta hastanede kaldı ve sonra iyileşti. Senin baban bu idi.
Bununla tanıdılar. Ustamı gece yarısı hastaneye kaldırdı, bütün tedavisini karşıladı. Allah'ım nur etsin."
•
Müezzin İsmail Efendi vardı, ihlâslı bir zâttı; "Müezzin Efendi, babama bir hatim indirir misiniz?" dedim. "İndireyim." dedi. Hatim bittikten sonra babam anneme diyor ki; "Gönderdiğin hediyeyi aldım!"
Allah'ım nur etsin, nûrun alâ nûr etsin.
•
Annem anlatmıştı:
"Rahmetli baban hasta idi, yatıyordu. Bir Cuma günüydü, camın hemen karşısındaki camide salâ veriliyordu.
'Ben haftaya bu zaman, bu salâ verilirken gideceğim.' dedi."
Annem çok sakin, akıllı. "Hiç sesimi çıkarmadım!" diyor. Bir hafta sonra Cuma günü yine salâ verilirken anneme dönmüş:
"Ben şimdi ölsem, ahirete irtihal etsem, Cuma namazına beni yetiştirebilirler mi?" diye sormuş.
Halbuki hiç de bir şeyi yokmuş. Bu sözü söyledikten sonra, annemle helâlleşmiş ve âniden değişmiş. Annem; "Helâlleşti, hemen değişti, değişti, değişti, ben işi ciddiye aldım. Yanından ayrılmıyorum, takip ediyorum! En son kelâmı ne olacağına dikkat etmeye başladım, en son sözü de: "Yâ Rabb'i! Çoluk-çocuğumu sana emanet ediyorum." dedi ve gitti!" diyor.
Vefat etmesi böyle olmuş. Onun için ona bir hafta evvel haber vermişler.
Annem çok iyiydi, nurdu. Dört kardeşti amma o seçilmişti. Sade, sessiz, dedikodusuz bir hayatı vardı. Çocuklarını selâmete çıkarmak için her zorluğa katlandı. Çok akıllı ve ciddi idi. Az konuşan, çok düşünen bir hanımdı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sülalesinden annemden geliyorum.
•
Çok güzel ve soyluymuş. Babam annemi dedemden isteyince annem ikinci hanım olduğu için istememiş. Babası demiş ki:
"Kızım eğer istemezsen evlâtlıktan reddederim. Çünkü bu zâtı çok methediyorlar."
Annem mecbur olmuş evlenmiş.
İşte Cenâb-ı Hakk onu seçmiş. Halim, selim, dedikodusu yok. Allah'ım nur etsin.
•
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki fakiri annemize karşı itaatkâr kılmıştı. Olmayacak bir şeyi bile emretse hep "Peki!" derdik.
Mevzunun iç yüzüne girmiyoruz, bir durum oldu. Hiç tanımadığı, görmediği, aslını neslini bilmediği, ismini bile duymadığı, akla hayale gelmediği bir kızı "Al!" dedi, aldık. Aldıktan sonra bu yaptığına çok pişman oldu. "Oğlum ben sana ne yaptığımı şimdi gördüm. Eğer bu kızla beraberken ölürsem gözüm açık gider." dedi.
"Al!" dedi, aldık. "Bırak!" dedi, bıraktık.
Takdir öyleymiş. Hayat boyu hep itaatkâr olmaya çalıştık.
Hiçbir defacık: "Anne, bir evlât başka ne yapabilir? "Al!" dedin aldım, "Bırak!" dedin bıraktım." demedik. Bir kız gibi ona hizmet ederdik.
Ahkâm haricinde bir şey emretmedikçe anne hiçbir zaman haksız olmaz. Sen her dediğine peki dersen, Hazret-i Allah da senin günahlarına peki deyip geçiriverir. Daha doğrusu her iş Allah için olacak.
•
Annem çok iyi bir kadındı. Bir gün odadan odaya geçiyordum; "Beni karşıla!" dedi, bana bir şey veriyordu. Anne dedim elim kirli. Bir an bile tereddüt etmeden; "Oğlum! Dikkat et! Alnın kirlenmesin... Elin kirini sabun yıkar, alnın kirlenirse hiçbir şey yıkamaz." dedi. Bunu bir an düşünmedi bana söyledi, çocuklarını böyle yetiştirdiler.
•
Annem de çok hassastı. 18-19 yaşlarındaydım. Yatıyordum, annemin yaptıklarını aklımdan geçirdim.
Yataktan kalktım, "Allah'ım böyle bir anne ve babadan beni dünyaya getirdiğinden Zât'ına sonsuz şükürler olsun." dedim.
•
Bir gün de dedi ki: "Oğlum, bakıyorum, çok ibtilâ geliyor başına. Allah'ım ihtiyarlıkta sana rahatlık versin." Nimet içinde yüzdürüyor. Elhamdülillâh. Böyle bir anneydi. Duâsı makbul.
•
Bir tek elması olsa onu yemezdi, misafire saklardı.
•
Annemin üç mühim, ağır hastalığı vardı; nefes darlığına mübtelâ idi, karaciğeri şiş idi, bir de kalbi vardı. Yatağa yatıp uzanamazdı, her gece böyle otururdu. On dört sene devam etti, bir tek şikâyetini duymadık. Ona elimden gelirse kız gibi hizmet etmeye çalışırdım, üzmemeye, darıltmamaya. Çok çalışıyorduk. Zira; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Cennet anaların ayağı altındadır." buyuruyorlar.
Bizim mesleğimiz çok ağır. Eve geliyorum, cuma banyosunu yapıyorum, yemeğimi yiyorum, cuma namazımı kılıyorum, işe gidiyorum. Bir cuma günü geldim. Banyomu yapacağım, yemeğimi yiyeceğim, namaza gideceğim.
Annem dedi ki:
"Oğlum misafirler yeni kalktılar, gittiler. Şuraya otur. Ben senin suyunu ısıtırım, yemeğini yersin, namaza yetişirsin."
İyi, güzel, ama nefis beni dürttü. Anneme hayır demedim. Ben gideyim az sonra gelirim. Gittim. Dükkânda çalışırken sayayı tuttum olduğu yerde deri koptu. Sübhanallah. Bu vaki değil. Hemen olduğu gibi bıraktım. Onun otur dediği yere gittim oturdum. Banyomu yaptım, yemeğimi yedim, cemaatle namazıma yetiştim.
•
Ona derdim ki:
"Anne! Hazret-i Allah Azrail Aleyhisselâm'ı senin en sevdiğin kimsenin suretinde gönderecek, ruhunu o alacak."
O Yusuf'u çok severdi.
•
Vefatına üç gün kala bir rüyâ görüyoruz.
Masa şeklinde bir toprak var. Yağmur yağdı yağdı yağdı ve o toprak eridi kayboldu. Rüyânın çok mühim olduğunu hissediyoruz, fakat tabir edemiyoruz. Cenâb-ı Hakk'a sığındığımızda:
"O toprak annendir, yağmur da rahmet-i İlâhiye'dir. Rahmet-i İlâhiye onu eritecek ve götürecek." buyuruldu.
Mânevî durumu çok yüksekti, veli idi amma kendisi bilmezdi. Allah rahmet eylesin, çok güzel gitti.
•
Vefatında evdeydim, başka kimse yoktu. Ramazan-ı şerif'in birinci günü vefat ettiler.
Annem ahirete gitmek üzere son anlarını yaşıyor. İntikal edeceği sırada yanına çağırdı, bana dönerek dedi ki;
"Oğlum! Sana duâ edeceğim ama nasıl duâ edeceğimi bilemiyorum. Allah'ım bütün iyiliklerini sana versin. Allah senden râzı olsun!"
Şöyle bir düşündüm! Evet, bir annedir duâ yapar. Amma böyle duâ etmek akla gelmez. Bunun üzerine dedim ki;
"Yâ Rabb'i! Sana şükürler olsun. Sen annemi tuttun, bunu söylettin sana sonsuz şükürler olsun."
Hazret-i Allah hoşnut kalmış ki, yapacağı duâdan onu âciz düşürdü ve ona bu duâyı yaptırdı. Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Bu lütfun O'ndan olduğu apaşikâr meydanda. Çünkü bir insan birkaç noktayı sayar, fakat bütün iyilikleri saymasına imkân yok.
Çünkü; "Hazret-i Allah bütün iyiliklerini ihsan buyursun!" deyince bunun ötesinde, üstünde bir şey olmaz. Bütün iyilikler O'nun kudret elindedir. O bütün iyilikleri sana verirse halka muhtaç değilsin.
•
Annem ve babam bana büyük iyilikte bulundular. Beni Rabb'ime havale ettiler. Elhamdülillâh. Rabb'im de onların duâsını kabul etmiş olacak ki, hiçbir sıkıntı hayatta göstermedi.
Onun için; "Allah'ım indinde kabul olunmuş zerre kadar ibadetim varsa bana lütufta bulunduğunun hepsi annemin ve babamın olsun. Allah bana yeter." diyorum. Yeter ki onlar zengin olsun.
Bazen diyorum; Allah'ım sana şükürler olsun, böyle bir anne, böyle bir baba verdin. Sana sonsuz şükürler olsun!
Allah'ım nur etsin, nûrun alâ nûr etsin.
Biraderimin mânevî durumu çok yüksekti, onun hâli bambaşka idi. Yaratılıştan dervişti, çok sakindi, sâlimdi. Ahlâkı çok güzel ve çok merhametliydi.
Yola çıkardı, meselâ İstanbul'a giderdi, hep oruç tutardı. Tarif edilemeyecek bir durumu vardı.
Rahmetli Mühürcü Hakkı ona:
"Senin abin derviş amma, senin yaratılışın derviş!" dermiş.
•
On altı yaşlarında iken en yakın arkadaşı bıçakladı. Eceli de o sebeple imiş. Yaralandıktan sonra biraz yaşadı amma soğuk aldı ve vefat etti. Şehâdet rütbesinin en yükseğini Cenâb-ı Hakk ihsan etti. Cenâb-ı Hakk çok sevmiş.
Vefatından sonra ilk gece âlem-i mânâda hiç biçilmemiş siyah bir kumaş gördük.
"Allah-u Teâlâ bunu Yusuf'a otopsi olduğu için hediye etti." denildi.
Kürtzâde Müftü Efendi vardı, her rüyâyı değil de bazı rüyâları tabir ederdi.
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en yüksek makama çıkarken siyah sarık sarardı. Allah-u Teâlâ'nın şehâdetin en yükseğini ihraz ettirdiğine delâlettir. Siyah kumaş şehâdet mertebesinin en yükseğine alâmet." dedi. Hazret-i Allah şehâdet makamını lütfedip ihraz ettirdi. Onun durumu çok yüksekti.
Onun için makamı çok âli, babamdan da üstün. Annemin de makamı çok üstün amma tahmin ediyorum kardeşimin makamı daha üstün. Amma annemin de makamı çok üstün, çok üstün. Ne zaman görürsem ya Efendi Hazretleri'nin bahçesinde ya evinde görüyorum. Bunun makamını Allah-u Teâlâ çok âli kılmış, bambaşka.
•
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri onu çok severdi. "Cenâb-ı Allah'ın bir hediyesi" olarak vasıflandırırdı.
Kardeşimin Efendi Hazretleri'ne çok ilgisi, bağlılığı ve sevgisi vardı. Soğuk aldıktan sonra hastaneye kaldırdık. Yanında bulunurken, Efendi Hazretleri'ni ziyaretine gideceğimi söyledim.
"Aman abi! Efendi Hazretleri'nin yanına gidiyorsun, seni onun için bir öpeyim!" dedi.
Efendi Hazretleri mânen onunla çok ilgilenirdi. Bir gün huzuruna gittim. "Nasıl?" diye sordu. İyi olduğunu söyledim.
•
Vefat etmeden bir gün evvel anneme: "Ben yarın gidiyorum!" demiş.
Hastanede daima yanında oturuyorduk. Bütün akrabalarla, tanıdık komşularla bir bir görüşüyor, bir taraftan da bizimle râbıta kuruyordu. Hem onlarla konuşuyor hem de bizimle ilgileniyordu. O meyanda tamamen kendinden geçti, gözlerini kapattı. Sonra ellerini kaldırdı, duâ etti. Amma o anda hiç kendinde değildi. O kadar zayıflamıştı ki, kendinde olsaydı ellerini kaldıracak durumda değildi.
Duâ etti amma, ne duâ ettiğini bilmiyoruz. Gözlerini kapadı. Ellerini yüzüne sürdü ve gayet kuvvetli bir şekilde: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühu... Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah" dedi. Arkasından "Allah... Allah..." dedi.
Üçüncü olarak "Allah" diyeceği sırada bize mânen suâl sordular:
"Döndürelim mi?" O anda:
"Hayır!" dedik, ellerimizi de gayr-i ihtiyârî kaldırmış olduk.
Etrafın nazar-ı dikkatini çekti mi diye de baktık, fakat kimse farkında değildi. Üçüncü olarak "Allah!" derken ruhunu teslim etti. Onun o anda gitmesini istedik ki, bu an belki bir daha gelmez. O ana kadar irtibatını kesmedi.
Allah-u Teâlâ murad ettiğini dilediği gibi yapıyor. Kabirde de böyledir, mahşerde de böyledir. Yürüttüğü kimseler, O'nun lütfu ile yürüyor. O zaman insan kendinden sıyrılıyor.
O an beni de imtihan ediyorlar. Görüyorum gidiyor; "Döndürelim mi?"
"Hayır!" dedim, bir daha bu saadeti nereden bulacak? En sevdiğim dahi olsa hayır!
Kabre koymak için indiğimde hiç ömrümde görmediğim parlak sinekler gördüm. Hayatta hiç görmediğim pırıl pırıl yeşil sineklerle tüm kabir doluydu. O kadar çoktu ki kabri doldurmuştu. Onlar gayb âleminden gelenlerdi. Allah-u alem meleklerdi.
•
Onun ahiretteki durumunu arz edeyim:
Bir gün onun yatış şeklini gösterdiler. "Tül" dediler fakat dünya tülü değildi. Baktık tül içine gömülmüş görünmüyor, yüksek bir tül içinde yatıyor. Çocuk karyolası gibi, onun büyüğü, yüksek, Cennet-i alâ'nın tülünün içinde yatıyordu. Dünya tülü o tülün yanında paçavra bile olamaz.
•
Onun durumu bambaşka idi. Onun rütbesi çok âli, Cenâb-ı Hakk şehâdetin en yüksek derecesini ihsan etmiş. Allah rahmet eylesin.
•
Kardeşleri rahmetli Yusuf Öngüt Efendi'nin çok okuduğu bir niyazı:
"Allahümme yâ Ganî, mahrum etme sen beni,
Nur ile doldur beni, iman ile öldür beni!"
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ablası Remziye Hanım, kendi halinde, halim, selim, ihlâslı, iffetli bir insandı. Kimseyle çekişmezdi, dedikodusu yoktu.
•
Efendi Hazretlerimiz'in bilhassa Hacc tavafı esnasında okunmasını tavsiye buyurdukları;
"Allahümme hâlisan halisâ, muhlisan sıddîkan Muhammedü'r-Resulullah velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil âzim."
Salâvât-ı şerif'esi hakkında;
"Hemşireme sabah namazları geldiler ve bunu öğrettiler." buyurmuşlar, "Allah-u alem öğretenler melekti!" demişlerdi.
•
Zât-ı âlilerine ablasının hastalandığı haberi verildiğinde, Remziye Hanım'ı vefatından kısa bir süre önce Efendi Hazretlerimiz ziyaretine gitmişlerdi. Bu hususu şöyle nakletmişlerdi:
Bir gün dediler ki; "Ablan hastalandı." Düzce'ye gittim. Ona lâzım gelen sözü söyledim. Sonra oturdum. Bana mütemadiyen "Kardeşim! Duâ et! İmanla gideyim. Duâ et! İmanla gideyim. Nurundan seni göremiyorum" diyormuş. Fakat benim kulağım ağır işitiyor, duyamıyorum. Oradakilere demiş ki; "Ben bakacağım ama nurundan onu göremiyorum. Fakat hiç olmazsa sesimi duyurayım."
Sonra bana dediler ki, bunu niyaz ediyor: "Kardeşim duâ et, imanla gideyim. Fakat ben onu nurundan göremiyorum."
Nur Allah'tan gelir. O nurlandırırsa nur olur. Mahlûkun hükmü yoktur.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ne bu gibi hususi mevzuların yazılması, not alınması hususu sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdi:
"Bunlar ayrı bir mevzu olduğu için, bu gibi şeyleri hiç yazmasanız da olabilir. Bunlar bizim hususi hayatımıza âit şeyler. Bunlara hiç değer vermeyiz. Mânevî cihetteki noktalara değer veririz.
Siz arzu ettiğiniz için bunları ilâve ediyoruz. Yoksa bizim için bunlar basit gelir. Bizim için mühim olan, Hakk'tan gelen feyzi nakildir. Yani sohbet esnasında geçecek olan sözler Hakk'tan geldiği için, feyz-i İlâhi'ye olur. Biz onlara değer veririz ve onların kayıtlı bulunmasını isteriz, ki o sözlerden kendim dahi ileride istifade edebileyim. Ve keşke zamanında tutulsaydı da bugün talebeliğini yapabilseydim."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin; kendileri daima Hazret-i Allah'ı anlattı, gelenlerin gönüllerine O'nun sevgisini yerleştirmeye çalıştı. O'nun azametini, kudretini duyurmaya çalıştı. Zira kendisi dâima O'nunla idi. O'nun varlığında ifna oldukları için, "Hiç"liğin sırrına mazhar oldukları için O'ndan ve Resul'ünden başka, O'nun gönderdiğinden, Resulullah Aleyhisselâm'ın buyurduğundan gayri şeylere hiçbir iltifatları yoktu.
Kalblerin Anahtarı Külliyatı'nın en nadide ciltlerinden birisi "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" isimli eseridir. Bu kitabı şu cümlesi ile başlamaktadır:
"Hazret-i Allah'ı kimi insanların duyması, kimi insanların bilmesi, kimi insanların bulması için; "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır." kitabını okuması lâzımdır. Özüm Allah, sözüm yine Allah'tır. Bunu duyurmak için içimizdeki duyguyu bu kitapta belirtiyoruz."
Bazı beyanları şöyledir:
"Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım.
Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dini'nin şerefi yeter."
"Hükümsüz, değersiz bir mahlûkum, hüküm ve değer yalnız ve yalnız Zülcelal velkemal olan Allah-u Teâlâ'ya mahsustur."