Zikrullah beş kısma ayrılır:
1. Umum müslümanların zikri.
2. Tarikat ehlinin zikri.
3. Hakikat ehlinin zikri.
4. Marifetullah ehlinin zikri.
5. Hass’ül-has olanların zikri.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara aldanma hususunda münafıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:
“Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlatlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn: 9)
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba uğrayacakları şüphesizdir.
Allah-u Teâlâ’ya gerçekten iman eden müminler zikrullah ile memurdurlar. Çünkü zikrullah imanın alâmeti, ibadetlerin özüdür, bütün usül ve kaidelerin başıdır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmran: 191)
Kalplerini zikrullahın nuru ile tenvire çalışırlar.
Bu Âyet-i kerime umuma, yani bütün iman edenlere şâmildir.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
Namaz da zikrullahın şümulüne girdiği halde, Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 91. Âyet-i kerime’sinde “Zikrullah” ile “Namaz”ı ayrı ayrı beyan etmiştir:
“Şeytan, içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister.” (Mâide: 91)
İnsan zikrullahtan ve namazdan uzaklaşınca, artık her günah işlenir, ne din kalır ne de iman, ne dünya kalır ne de ahiret.
Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:
“Namazı bitirdiğiniz zaman, ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” (Nisâ: 103)
Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.
Namaz ibadetlerin büyüğüdür, fakat her zaman kılınmaz. Zikrullah ise ayakta iken, otururken, yatarken... her zaman yapılabilir.
Namazın zikrullaha vesile olduğuna dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer korkarsanız, yaya yahut binek üzerinde (namazınızı) kılın. Emniyete kavuştuğunuzda, bilmediklerinizi size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.” (Bakara: 239)
Allah-u Teâlâ’yı zikretmek; kaleleri olan, yakınlarında da düşmanları olan ve kalenin içine girerek, kapıları kapatıp kendilerini düşmandan koruyan topluluğa benzer.
Hem zikrullah hem de cihad en yüksek mertebedir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki umduğunuza kavuşabilesiniz.” (Enfâl: 45)
Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.
•
Allah-u Teâlâ:
“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?” (Hadid: 16)
Âyet-i kerime’si ile müminlerin kalplerini Allah’ın zikrine vermelerini emir buyurmaktadır. Kalplerin Hazret-i Allah’tan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile mümkündür.
•
Zikrullah ibâdetlerin en kolayı ve fakat en faziletlisidir. Böylesine faziletli ve yüce olunca, elbetteki zikredenler de insanların en yücesi olur.
Allah-u Teâlâ diğer birçok Âyet-i kerime’lerinde zikrullahı teşvik buyurarak, zikrullahla meşgul olanları meth-ü senâ etmiştir:
“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz.
Onlar gönüllerin ve gözlerin halden hâle döneceği günden korkarlar.” (Nur: 37)
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.
“Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlara, Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 35)
O mükâfatın dünyada iken tasavvuru mümkün değildir.
“Onlar bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı zikrederek hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler.” (Âl-i imran: 135)
Allah-u Teâlâ’nın azametini ve kendisine isyan edenlere hazırladığı azabı hatırlar, günahtan uzak dururlar. Yaptıklarına pişman olup, affedilmelerini dilerler, günahlarını kapatacak iyiliklere koşuşurlar.
Tarikat, kelime mânâsı itibariyle yol demektir. Tasavvuf dilinde ise Allah-u Teâlâ’yı bilmek, bulmak ve yaklaşmak için takip edilen ibadet yolu mânâsına gelir. Her müslüman için zaruri bir yoldur.
Allah-u Teâlâ:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)
Âyet-i kerime’de geçen “Minhac”ın mânâsı “Münevver bir yol” dur.
İmanın kemâle ermesi için münevver olan yola girilmesi lâzımdır.
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Nebiyy-i zîşân -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, mânevî hastalıklardan kurtulmak için de mânevî bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
•
Tarikat ehline “Cehrî zikir” verilir. Bu zikre “Zâhirî zikir” de denilir. Mürid tekâmül ettikçe, kalbî zikre nâil olabilmek için yavaş yavaş hafî zikre alıştırılır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçek müminler o kimselerdir ki, Allah zikredilince kalpleri titrer.” (Enfâl: 2)
Gönüllerini rahmet ümidi ve muhabbet heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar. Allah-u Teâlâ’nın izzet ve celâlinden, kahır ve galebesinden dolayı korkuya kapılarak ürperir.
Allah-u Teâlâ her şey için bir sebep yaratmıştır. Muhabbetullah’ın husulüne sebep de zikrullahtır. O’nun sevgisine nâil olmak isteyenler zikrullaha devam etmelidirler.
Zikrullah yapılan mahaller cidden çok kıymetlidir. Nasıl ki yıldızlar yerden tane tane görülüyorlarsa, melekler de zikir meclislerini böyle yıldız gibi tane tane görürler. Yukarıdan o güzelliği seyrederler.
Zikrullah’ın topluca icrası için teşkil edilen halkaların fazileti hakkında da birçok Hadis-i şerif’ler mevcuttur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ’nın yollarda dolaşıp zikir ehlini arayan melekleri vardır. Onlar Aziz ve Celil olan Allah’ı zikreden bir topluluğu bulunca: ‘Aradığınız buradadır.’ diye birbirlerini çağırırlar. Hepsi orada toplanıp onları dünyâ semâsına kadar kanatları ile çepeçevre kuşatırlar. Cenâb-ı Hakk onların hallerini meleklerden daha iyi bildiği halde sorar:
–Kullarım ne söylüyor?
–Seni tesbih edip zikrediyorlar. Tekbir getirip hamd ve senâ ediyorlar.
–Onlar beni gördüler mi?
–Hayır, vallahi seni görmediler!
–Beni görecek olurlarsa ne yaparlar?
–Sana daha çok ibadet eder, daha çok hamd ve senâda bulunurlar, daha çok tesbih ederler.
–Kullarım benden ne diliyorlar?
–Cenneti istiyorlar.
–Onlar cenneti gördüler mi?
–Hayır, vallahi görmediler!
–Görecek olurlarsa ne yaparlar?
–Cennete karşı daha düşkün, onu istekte daha kuvvetli ve ona rağbetleri daha büyük olurdu.
–Peki neden korkup bana sığınıyorlar?
–Cehennem ateşinden.
–Onu gördüler mi?
–Hayır, vallahi görmediler!
–Ya görselerdi?
–Ondan daha çok kaçar, daha çok korkarlardı.
–O halde sizler şahid olun ki, ben bu zikir meclisinde bulunanları mağfiret ettim.
Bunun üzerine meleklerden birisi der ki:
–Onların içindeki falan kimse onlardan değildir. O zikir için değil, şahsi bir iş için gelmişti.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
–Onlar öyle kâmil kimselerdir ki; onların meclisinde bulunan şâki olmaz sevaptan mahrum kalmaz.” (Buhari. Tecrid-i Sarîh: 2161)
Hadis-i şerif’ten anlaşıldığına göre;
Allah-u Teâlâ’yı zikretmek için bir araya gelmek çok faziletlidir. Zikrullah için toplanan sulehanın arasına katılan kimseler, aslında zikrullah için gelmemiş olsalar bile, aynen diğerleri gibi Allah-u Teâlâ’nın lütfedeceği her türlü lütuflardan istifade ederler.
Melekler zikrullah için toplanan kimseleri çok sevmekte, onlara yakından ilgi göstermektedirler.
Rahmet-i ilâhi’nin içinde bulunan insanlar sudaki balıklar gibidirler. İnsan da böyledir. Onun rahmet olduğunu dilediği kimseler görür.
•
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Cennet bahçesine uğradığınız zaman meyvelerinden yiyiniz.
– Yâ Resulellah! Cennet bahçesinden murad nedir?
Zikrullah için teşkil edilen halkadır.” (Tirmizî)
Zikrullah için toplanmanın faziletine Hadis-i şerif’te dikkat çekilmekte ve buna teşvik edilmektedir.
Toplu yapılan zikrullah, ayrıca İslâm’ın ruhu olan uhuvvet ve kaynaşmayı temin eder.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâbından halka kurmuş bir cemaatin yanına geldi. “Niçin oturuyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Bizi İslâm’a hidayet etmesinden ve bize bunu ihsân buyurmasından dolayı, Allah’ı zikir ve O’na hamd-ü senâ etmek için oturmuş bulunuyoruz.” dediler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Sırf bu sebeple mi oturdunuz?” diye yemin verdi. “Evet” dediler, “Vallahi biz ancak zikir için oturduk.”
Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Ben size inanmadığım için yemin vermedim. Lâkin bana Cebrail Aleyhisselâm geldi ve Allah’ın sizlerle meleklerine iftihar ettiğini haber verdiği için yemin vererek sordum.” (Müslim: 2701)
•
Ashâb-ı kiram’dan Şeddad bin Evs -radiyallahu anh- ile Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh- buyururlar ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraber bulunuyorduk. “Aranızda garip yani ehl-i kitap var mı?” diye sordu. “Hayır” dedik. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emretti ve “Lâ ilâhe illâllah deyiniz.” buyurdu. Bir saat kadar birlikte “Lâ ilâhe illâllah” dedik.
Resulullah Aleyhisselâm sonra da:
“Allah’a hamdolsun, sen beni Kelime-i tevhid’le gönderdin ve beni bununla memur kıldın. Cenneti de bana bunun üzerine vaad ettin, şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin.” diyerek duâ etti ve buyurdu ki:
“Müjdeler olsun, Allah Azze ve Celle sizi mağfiret etti.” (Ahmed bin Hanbel)
Zikrullah Allah-u Teâlâ’ya kurbiyeti sağlar, af ve mağfiret kapılarının en büyüğü o sayede açılır.
•
Ebu Müslim el-Eğarr -rahimehullah- der ki:
Ben şehâdet ederim ki Ebu Hüreyre ve Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anhümâ- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğine şehâdet ettiler:
“Sırf Allah’ı zikretmek için bir mecliste oturanları melekler halka çevirerek kuşatırlar, ilâhî rahmet onları kaplar, üzerlerine sekinet ve vekar iner. Allah-u Teâlâ, katında bulunanlara onlardan bahseder.” (Müslim: 2700)
•
Abdullah bin Busr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Zikir ehlinin meclislerinin ganimeti cennettir.” (Câmiüs’sağîr: 5781)
Hakikat ehli “Fenâfirrasûl”e varmış, kalbi “Mutmainne” olmuş kimselerdir.
Bir taraftan murakaba yaparlar, diğer taraftan Allah-u Teâlâ’yı tesbih ederler. İster zikr-i cehrî olsun, ister zikr-i hafî olsun.
Mürid “Seyr minallah”da yola çıkar, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra “Seyr ilâllah”, “Seyr fillâh”, “Seyr billâh”, “Seyr anillâh” gibi Hakk’a tekarrubiyet seyirleri başlar.
Nefis kalpten, ruhtan, sırdan, hafâ ve ahfâdan çıkarıldığı gibi, murakabalar da tıpkı böyledir, sırayla gider. Murakabalardan geçtikçe iman tekamül eder, erişemediği yerlere eriştirilir. İç âleme o nisbette nüfuz eder.
Artık “Fenâfişşeyh” tahsili bitmiş, bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin taht-ı terbiyesine mânen alınmış olur. Burada müride Kelime-i tevhid verilir.
Hakikat ehline “Hafî zikir” verilir. Bu zikire “Bâtınî zikir” de denir. Hafî zikir “Kalbî zikir”e geçişi sağlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Zikrin ekmeli hafi (gizli) ve rızkın efdali ise yetecek kadar olandır.” (Münavî)
Burada zikr-i hafîden maksad, zikr-i kalbidir. Zîra “İki kişinin dışına taşan her gizli şey yayılır.” sözü gereğince, dil ile yapılan bir zikir hiç olmazsa insanın sağ ve solunda bulunan meleklerle, beraberinde bulunan şeytan tarafından işitileceğinden zikr-i hafî değildir.
Kalp dile uyup, zikrullah dilden kalbe inerse kalbin zikri olur, el kârda gönül yarda olur.
Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir, zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
“Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri zikrullahla mutmain olmuş, sükûn bulmuştur.” (Ra’d: 28)
İtminan, yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u Teâlâ’ya yakînen inanma şekline ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde emniyet elde etmektir.
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir.
“Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur.” (Ra’d: 28)
Çünkü akıl kuvveti her neyi tasavvur edip düşünse, onun üstünde başka bir şeyin tasavvuruna intikal eder. Sebep ve neticeler silsilesinde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerleme ile bütün ihtiyaçların kesilip sona erdiği öyle bir an gelir ki, Hakk’ta karar kılar. O noktada ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve O’nunla yatışır. Azamet-i ilâhî karşısında her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu bildiği zaman, artık O’ndan başkasına geçmesi imkânsızdır. O’nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhî’den şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine! Gir salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat ânında hem de kıyamet gününde söylenir.
Marifetullah ehli, yarattığı her şeyde Allah-u Teâlâ’yı, eserini, âsârını tefekkür ederler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-i imran: 190)
Ki bu deliller bütün kâinatın O’na mahsus olduğuna ve O’nun kudretinin kemâline, büyüklük ve azametine delâlet ederler.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde tefekkür edenleri övmüştür:
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler.” (Âl-i imran: 191)
Onlar “Ulül-elbâb”a varan ve bu Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olanlardır. Bu tefekkür, bu öz akıl sahiplerine mahsustur ve bu tefekkürü ancak onlar yaparlar.
•
Hafî zikir, kalbî zikrin köprüsüdür. Hafî zikre kalp alıştığı zaman, kendiliğinden zikir yapacak hale gelir. Bu ise marifetullah ehli içinde nadiren bulunan has kullara âittir.
Bu anlatılan “Kalbî zikir” ayrı bir zikirdir; “Yapılan” değil, “Akıtılan” bir zikirdir. Allah-u Teâlâ o has kulun kalbine zikri akıttığı zaman, kalp devrini alarak açılır. Suyun aktığı gibi, kalp kendiliğinden zikredecek hale gelir. Zorlamaya gerek kalmaz. Yürürken, uyurken, ölürken hep zikreder. Cehrî zikirden hafî zikre geçmenin sırrı budur.
Hafî zikirde sen zikir yapıyorsun. Senin zikrin su katmaktadır, pompayı çekmektedir.
Fakat kalbi zikirde Allah-u Teâlâ suyu akıtır, artık o suya su katmaya, pompayı çekmeye lüzum kalmaz. O akıntıyı verdiği için kalp kendiliğinden zikreder. Uyusa da, yürüse de, dursa da zikreder. Kişiye bağlı değil o hâl, Hakk’a bağlı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
O uyusa da uyumasa da kalp uyumuyor, hep zikrullah ile meşgul oluyor.
Hiç şüphesiz ki Resulullah Aleyhisselâm’daki hâl tamamen ayrıdır. Allah-u Teâlâ onu nurundan yarattığı için lâtif ve nurânîdir. Uyurken de görür. Ona verilen hiç kimseye verilmemiştir. Başkalarına benzeri verilmiştir.
•
Ashâb-ı kiram’dan Abdullah bin Hâris -radiyallahu anh-, melekler hakkındaki:
“Hiç ara vermeksizin, bıkıp usanmaksızın gece gündüz tesbih ederler.” (Enbiyâ: 20)
Âyet-i kerime’sini duyduğu zaman:
“Yâ Resulellah! Nasıl hiç zikirden ayrılmazlar, bir takım vazifeleri yapmaları onları meşgul etmez mi?” demiş.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sen kimlerdensin?” diye sormuş. ‘Abdülmuttalip oğullarındanım.” deyince onu kendisine doğru çekmiş ve şöyle buyurmuş:
“Ey amcaoğlu! Allah insanlara nefesi nasıl vermiştir? Yersin içersin, gelirsin gidersin, amma nefes alırsın değil mi? Allah meleklere tesbihi de böylece vermiştir.” (Hülâsâtül-Ahbar)
Bu zikir Allah-u Teâlâ’nın Hass’ül-has kullarına âittir. Onlar Allah-u Teâlâ ile nefes alıp-verirler. Mukarrebûn diye tabir edilen zâtlar bunlardır, dünyada nâdir bulunurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Rabbini gönülden, yalvararak, boynu bükük ve ürpererek hafif bir sesle sabah-akşam zikret!” (A’raf: 205)
Bu zikir, murakabanın en sonuna varan hususi kullarına bir emridir. Bu emirden anlaşılıyor ki, bu apaçık bir gönül zikridir. Zikirlerin en üstünü de budur. Buna ledünî zikir de denir.
Daha evvel murakaba yapıyordu Resulullah Aleyhisselâm’la beraber, şimdi ise Hakk ile beraber. O yalnız ve yalnız Hakk iledir. Hakk ile nefes alır, Hakk ile meşgul olur.
Allah-u Teâlâ murad ettiği kulunu cezbe ile çeker ve huzuruna alır. Bu Hass’ül-has’a âit bir husustur.
Murakaba’nın en sonuna varanlar Râbıta yapmaz, Murakaba da yapmaz. Onlar Allah-u Teâlâ’nın varlığı içine sığınır, nefeslerini Allah-u Teâlâ ile alır.
Farz-ı muhal ki bir fıçının içine girdin, fıçının içinde nefes alıyorsun ve zikrediyorsun. Dar ve kapalı yerde.
İşte onlar da Azamet-i ilâhî’nin varlığı içine girerler, nefeslerini alırken O’nun varlığı ile alırlar. Kendisi bile yok, ancak perdesi oradan alıyor. Nefeslerin en hayırlısı işte budur.
“İçinizde!... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime’si burada tecelli eder.
O, Allah-u Teâlâ ile nefes alıyor. Sessiz, sedâsız, zikirsiz, murakabasız. Bu nefes Allah-u Teâlâ ile alındığı için zikrullahın en efdali olmaktadır ve gizli bir zikirdir. Onun Allah-u Teâlâ ile merbudiyeti vardır.
Fıçının içine girerken yine kalbî zikir vardır, nefes zikri değil. Allah-u Teâlâ ile hallendiği zaman nefes zikrine geçer.
Nefes ile zikir esnasında zikir yapılmıyor. Kalp zikir yapmıyor. O zaman alınan nefesler zikir yapıyor zaten. O her şeyden arınmış durumda, Allah-u Teâlâ ile nefes alıyor. Bu ise nefesle zikir oluyor. Çünkü O’nunla nefes alıyor.
“Cehrî zikir” tarikat ehli tarafından; “Hafî zikir” hakikat ehli tarafından; “Kalbî zikir” marifetullah ehli tarafından biliniyorsa da; bu beşinci kısım zikrullah Hass’ül-has kulların bilebileceği bir ilimdir.
Her şey duruyor, o Allah-u Teâlâ’ya, azametine sığınıyor ve O’nunla nefes alıyor. Onun zikri o oluyor.
Ve fakat bu nefes zikrine mazhar olanlar, kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu bilen ve görenlerdir. Bu zikir yalnız onlara mahsustur, halk tarafından bilinen bir zikir değildir.
O Hakk’a varmış, kendisinin bir perdeden ibaret olduğunu görmüştür. Bütün iş ve icraatları Hakk iledir ve Hakk içindir.
Bu zikir dahi iki türlüdür:
Kapalı bir yerde olduğu halde; Cehrî zikir de yapılabilir, Hafî zikir de yapılabilir.
Asıl sır şu Âyet-i kerime’de gizlidir:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
O sana senden yakındır. O zaman sen bir fıçı mesabesindesin, bir perde mesabesindesin, bir kapak mesabesindesin. İçinde O var.
Bu nefes zikri bunu böyle bilip görenlere mahsustur. Allah-u Teâlâ ile nefes alıp veriyorsun. Bu ise sana senden yakın olanla nefes alıp vermen demektir.
Nefes zikri ile meşgul olan, O’nunla nefes aldığı için, hiçbir vasıta araya giremez. Dıştan hücüm etmeye çalışır, fakat içeriye girmesi mümkün olmaz. Rabıtaya da benzemez bu. Çünkü râbıtada melek de girebilir, şeytan da girebilir, karıştırır.
Bu zikir ise öyle değildir. Hass’ül-has olanın Allah-u Teâlâ ile irtibatı var, O’nunla nefes alıyor. Onun içindir ki dıştan hiçbir şey oraya müdahele edemez.
•
Nefes zikrinin hakikatına vâsıl olanlar, kendisinin bir kefen olduğunu kabul eder. Bir kefen ile içindeki kimse ne ise, Allah-u Teâlâ ile onun arası da odur.
Bu zikre oturan öyle oturur, kendisinin bir kefen olduğunu, bir elbise olduğunu bilir, içindeki ile nefes alır. O’nunla nefes aldığı zaman O’ndan hayat alır, içindeki ile zikreder. Bu zikir bâtının da bâtınıdır. “Hakk ile alınan nefes” in sırrı budur. O’nun Hakk ile irtibâtı var, kendisi yok Allah var.
Kendisinin kefen olduğunu bildiği zaman bu hâl tecelli eder. Allah-u Teâlâ ile irtibat kurar, O’nunla nefes alır.
•
Toplu yapılan cehrî zikirde kimisi zâhirde zikreder, zâhiri hareketler yapar. Kimisi bâtında zikreder, bâtınî zikir yapar.
Bâtınî zikir yapanın gayesi Hakk’tır, Hakk ile irtibat kurmaktır, uydum kalabalığa değildir. Zâhirî hareket yaparken aslını kaçırır, halka uyarsa Hakk ile irtibatı kaybeder.
Bu zikir ehline âittir, halk zâhirde zikirle meşgul olurken, o bâtın ile meşgul olur.
•
Bu zikr-i şerif’e “Nefes zikri” denir. A’raf sûre-i şerif’inin 205. Âyet-i kerime’sinde geçen “Hafif ses” nefestir. Zikrin en efdali budur. Buna mazhar olanlar da yok denecek kadar azdır. Allah-u Teâlâ’nın kendisi için yarattığı kullara mahsustur.
Bu hususta bir misal verelim:
Zâhirî ilimlerde kemale eren Abdülhâlik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri bâtın yoluna meyletmişti. Bir gün tefsir okurken adı geçen A’raf sûre-i şerif’inin 205. Âyet-i kerime’si karşısına çıktı. Hocası Allâme Sadreddin’e sordu:
“Bu gizliliğin hakikatı ve gizli zikrin yolu nedir? Cehrî zikirde uzuvlar hareket eder, herkes duyar ve görür. Gizli zikirde ise dışarıdaki insanlar görmese bile, insanın içindeki şeytan görür.
Çünkü Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
‘Şeytan âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır.’ buyurulmaktadır. Bu durumda ne yapmak lâzımdır.”
Hocası hakkı sahibine teslim etti ve dedi ki:
“Bu sorunun cevabı ledün ilmi ile verilir. Bu da bizde yok. Çünkü o, Allah’ın veli kullarına has bir ilimdir. Şu kadar var ki Allah dilerse karşına bir veli kulunu çıkarır, o da sana gizli zikri öğretir.”
Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu işaretten sonra Allah-u Teâlâ’nın, kendisine ilâhî sırları tâlim edecek bir zâtı bir gün karşısına çıkarmasını bekleyip durdu. Bir süre sonra karşısına Hızır Aleyhisselâm çıktı ve onu evlâtlığa kabul ederek gizli zikri tâlim buyurdu.
•
Bilinmeyen bir zikir olduğu için çeşitli yönlerden tarifleri yapılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K.Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz.
Bunu bulanlar, bu sırlara mazhar olanlar; onlar Fatiha-i şerif’in sırrına mazhardırlar, İhlâs-ı şerif’in de sırrına mazhardırlar.
Onlar:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
Âyet-i kerime’sinin sırrına mazhardırlar.
İşte bunun içindir ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süfli arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)
Ve bu suretle Allah-u Teâlâ onları bu sırlara mazhar eder. Onlardan başka hiç kimse bu sırları bilemez.
Meselâ bunun yanında daima deriz ki:
“Nefeslerin en hayırlısı Hazret-i Allah ile alınandır, mülâkatın en güzeli Hazret-i Allah ile yapılandır.”
Bu mülâkat ilham vasıtası iledir, harfsiz ve hurufatsızdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.
Perde arkasından Allah-u Teâlâ ile nasıl konuşulur?
Bu hususta sizin anlayacağınız bir temsil arzedelim.
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Unuttuğunda cahil olacağı için, kitaplardan bazı şeyler ezberleyen kimselere âlim denmez. Hakiki âlim, öğrenmeden ve ezberlemeden, dilediği anda Hakk’tan ilim alabilen kimsedir.”
Demek ki Hakk’tan ilim alınabiliyormuş. Bu ilim, o ilimdir.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyururlar:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)
Perde nedir? Sensin perde. Senin varlığın perdedir. O’nun için perde yok. O sana senden yakındır, perdenin arkasından konuşuyor.
Senden sana yakın olan sana duyuruyor, buyuruyor. Buyurduklarını sana duyuruyor. İşte perde arkasındaki zikrin sırrı. Sen bir perdesin, O dilediği şekilde mahlûku ile konuşur. Sen de perdesin, kâinat da perdedir.