Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

Kalplerin Anahtarı Külliyatı

Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

Tasavvuf Ehli Üç Kısma Ayrılır


• Mükemmel

• Kemâl

• Mukallid

 

a. Mükemmel üç kısma ayrılır:

1. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem Sehm-i nübüvvetine hem de Sehm-i velâyetine vâris olanlar:

Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır ve tam vâristirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Bu gönderilen müceddid, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâleti ile gelir. Bunların kimisi “Nübüvvet vekâleti”ni, kimisi de “Velâyet vekâleti”ni taşır. Kimisi de hem “Nübüvvet vekâleti”ni, hem de “Velâyet vekâleti”ni taşır.

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Öyle veli vardır ki makamını aşar” buyurmuşlardır. (Hatm’ül-evliya)

Bunlar bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidirler. Kalpten kalbe dökülen emânet-i ilâhî’ye mazhar olanlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” buyuruyorlar. (Risâle-i Es’adiyye)

Kalpten kalbe dökülen ilâhî emânetullah kıyamete kadar devam eder.

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın göğsüne ne döktüyse, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in göğsüne ne döktüyse, onun göğsüne de aynısını döküyor. Has ilmullah’ı doğrudan doğruya Allah ve Resul’den alır.

Üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir emanetidir ve bütün fazilet de o emanettedir.

Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.

O emanet ondan gelen nurdur. Bu hâlât Hâtem-i enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem-den başlar, Hâtem-i evliya’ya kadar devam eder. Onunla birlikte yeni bir saha açılmıştır.

Bu yol Resulullah Aleyhisselâm’ın tuttuğu yolun tâ kendisidir. Nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm ümmi ise, onun yetişiş şekli de aynen ona benzer. Onun hâlâtını Allah-u Teâlâ aynı şekilde ona vermiştir.

Allah-u Teâlâ onu Kudsî ruh ile desteklediği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taktığı, bâtınî emaneti taşıdığı için, onun vekili olmuş oluyor.

Vâris-i enbiyâ kimdir?

1. Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse,

2. Kimi kendisine çekmişse,

3. Emanetini kime vermişse,

4. Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa,

5. Kimi Kudsî ruh ile desteklemişse, işte onlar Peygamber vârisidirler.

Onların alâmeti budur ve muallimleri bizzat Hazret-i Allah’tır.

Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle tarif ediyor:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

İlmi de Allah-u Teâlâ’dan aldıkları için o ilim üzerinde yürürler ve o ilim üzerinde yürütmeye çalışırlar. Bu ilim has bir ilmullahtır.

Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.”

Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi;

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buharî)

Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler. Bu dâvet Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’i ve Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’si ile olur. Yani Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur.

Risaletine vâris olduğu için Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur. Velâyetine vâris olduğu için de o nur üzerinde, yani onun kademi üzerinde bulunmak mecburiyetindedir. O izden hüve hüve gider.

Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.

Çünkü onlar ilâhî ahkâmı tebliğ ettiklerinden ötürü yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar ve güvenirler, O’nun desteği ile yürürler.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.” (Ebu Nuaym. Hilye)

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)

Onları Allah-u Teâlâ tayin edip ileriye sürmüştür. O ileriye sürdüğü için Hakk’ı biliyor, Hakk’a götürüyor. Hakk’tan gelmedikçe halkta hiçbir şey bulunmaz.

Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur. Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.

Hiç şüphesiz ki bu lütuf da Hakk’tan gelecek ki Hakk’a götürebilsin.

Bunlar doğrudan doğruya ilhâmât-ı ilâhî ile yürütülen kimselerdir.

Hakk’tan gelen bu lütuf sebebiyledir ki o robotu O idare eder. Görünen başkası, fakat yürüten O’dur.

“Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine.”

O elçiyi O tayin eder ve O gönderir. Niçin gönderir? Kulları kendisine dönsün diye gönderir. Gönderen de O, kendisine ulaşmayı murad eden de O. Ulaşacak olan yine kendisine ulaşacak. Asıl irşadı Allah-u Teâlâ yapıyor. Ona o ilhâmı O veriyor. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır.

Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:

Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;

Vahiy yoluyla,

Veya perde arkasından konuşur.

Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)

Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.

Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.

Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.

 

2. Sehm-i Nübüvvetine Vâris Olanlar:

Bunlar zâhirî ilme sahiptirler, faydalı ilim diye tarif edilen ilme de mazhardırlar. Hakiki âlimler bunlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 110)

Hiç kimseden menfaat beklemez. Okuttuğu ilimden aslâ ücret almaz. Her işleri yalnız ve yalnız rızâ-i Bâri’ye dayanır, bütün icraatları liveçhillâhtır.

“Onlar Kur’an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.” (İbn-i Mâce: 215)

Diye Hadis-i şerif’te tarif edilenler bunlardır. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilme sahiptirler.

Kur’an-ı kerim’in hükümlerini yaşarlar. Bütün iş ve icraatlarını ahkâma uydururlar. Halka nur saçarlar, beşeriyeti irşad ederler. Bunlar irşad memurlarıdır. Sayıları pek azdır.

Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtını derece derece kıldığı gibi, Evliyâullah Hazerâtı da derece derecedir. Birisine verdiğini diğerine vermemiştir.

İrşad için vazifelendirdiği velileri ikinci deviri tamamlatıp üçüncü devire düşürmüş, onu halk arasına sürmüştür. O irşada mezundur ve mecburdur, diğerleri mecbur değildir. Onlar kemâlini bulmuştur, derecesine kavuşmuştur, fakat vazifeli değildirler.

Meselâ resul ilâhî tebliğe memurdur, nebi ise irşada mezun değil izahata mezundur. Böyle olduğu gibi diğer veliler de irşada mezun değil, ıslahata memurdur.

 

3. Sehm-i Velâyetine Vâris Olanlar:

Bunlara mukarrebun denir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarıdır, makamları çok âlidir, daima huzurda, huşudadırlar. O huzurdan ayrılmak istemezler. Kendilerine gelen emir ve ilhama bakarlar. Fakat irşad memuru değildirler, halk ile hiçbir ilgileri yoktur.

Âyet-i kerime’de:

“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” buyuruluyor. (Nahl: 43 - Enbiyâ: 7)

Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar gizli sırlara vâkıftırlar. Fakat vukufiyetlerini ifşâ etmezler. Bilir, fakat kendi hududunda kalır.

Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazerâtıdır.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetine kadar çıkardığı kimselerdir.

Bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.

“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak sevdiğini, seçtiğini alır.

Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içini nurlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamide’ye de nâil etmiş:

“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)

Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nuruna ve lütfuna kavuşmuştur.

Bu gibi kimselerin dünyadaki durumları da budur, ahiretteki durumları da budur. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.

 

b. Kemâl:

Gayrıya tecavüz etmez, hududunu muhafaza eder, yol tarif eder, fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine tâbi olanlara yolu tarif eder, “Bu yoldan git!” der, müridi götürmeye muktedir değildir.

 

c. Mukallid:

Bugün sahayı işte bu mukallidler istilâ etmiştir. Zan ile hareket ederler, hiçbir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhî’ye uymaz.

Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt eder.

Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez.


 

Önceki Sonraki

İçindekiler