Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

Kalplerin Anahtarı Külliyatı

Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

RÛHÂNİYET VE CİSMÂNİYET


Öteden beri işitiliyor ki bazı veliler bir yerde, iki yerde, birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor. Bunun içyüzünü size arzedelim.

Geçen gün bir arkadaş geldi. “Dünürüm çok hasta, yanından geliyorum. Bana sizden bahsederek ‘Şimdi yanımdaydı, şurada namaz kılıyordu.’ dedi. Halbuki siz buradasınız. Bunun hikmeti nedir?”  diye sordu.

Allah-u Teâlâ dilediği kulunu kudsî ruhla destekler. Rûhâniyet O’nun yürütüp kullandığı bir ruhtur. Onu yalnız O bilir ve kullanır. Onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askeridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih: 4)

Dilediği şekilde işlerini yönetir.

Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurabilir.

O rûhâniyetin askeri olduğu için, kılına varıncaya kadar herşeyi ona benzer. Kesinlikle ayıramazsınız.

Rûhâniyet aynı bir arkadaş gibi, kişinin yanında bulunur, gelenlere mukabele eder. Onu ziyarete melekler gelir, huriler gelir, gayb âleminden Allah-u Teâlâ’nın murad ettiği kimseler gelir. Neler neler, kimler gelir, akıl almaz.

O kişinin keşfi açıksa onları görür, karşılar, uğurlar. Keşfi açık değilse onları rûhâniyeti karşılar, onlarla konuşur ve onları uğurlar. Allah-u Teâlâ kimi kapalı yürütüyorsa, rûhâniyet onlara mukabele eder. Onun vazifesini o yapar.

Allah-u Teâlâ dilediği kadar tecelli eder, o lâtifeleri çalıştırır. Burada şu hususu arzetmek istiyoruz ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, Mürşid-i kâmil ise bir maske olmuş oluyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-Hafâ)

O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ’nın izniyle muradlarına erdirir.

Çünkü ölmediler. “İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana.” buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.

Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ’nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.

“O Lâtif’tir, Habir’dir.” (En’âm: 103)

Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.

Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ’nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.

Mürşid-i kâmil’in gerçekten de bir maske olduğu apaçık anlaşılmış oluyor.

Fakir der ki:

“Ben değersiz ve hükümsüz bir mahlûkum. Bütün değer ve hüküm Hazret-i Allah’a âittir.”

Bu arzettiğimiz beyanlarla Mürşid-i kâmil’in hükümsüz, değersiz ve bir maskeden ibaret olduğu anlaşıldı.

Diyeceksiniz ki; “Peki Mürşid-i kâmil’in değeri nerededir?”

Allah-u Teâlâ yalnız o maskededir. İşte Mürşid-i hakiki dediğimiz Hazret-i Allah budur.

Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde:

“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)

Bu Âyet-i kerime’nin sırrı da bu noktada açılmış oldu. Zavallı insan “Ben, Ben, Ben” der benlik putuna tapınır durur. Özünde nefis, sözünde “Ben!”.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:

“O Zâhir’dir.” (Hadid: 3)

Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş, meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş, meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O’nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O’nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ’nın yanında değişmez.

Madde ile mânâ arasındaki fark:

Cismâniyet âlem-i halk’tan, rûhâniyet ise âlem-i emir’dendir.

Cismâniyet zulmânidir, rûhâniyet nurânidir.

Cismâniyet hayvânidir, rûhâniyet melekîdir.

Cismâniyet yer, içer, gaflete düşer; rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez.

Cismâniyet varlık benlik iledir, rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın emrindedir.

Cismâniyet şeytanın oyununa düşer, rûhâniyet daima uyanıktır.

Cismâniyet halk iledir, rûhâniyet Hakk iledir.

Cismâniyet zevk sefâ iledir, rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.

Hakikat ehlinde rûhâniyet ve cismâniyet ayrılmaktadır.

Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın ruhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.

Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Allah-u Teâlâ o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.

Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.

Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.

“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)

Hadis-i şerif’inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.

Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.

Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.

Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.

“Eğer Yemen’de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz isen, yanımda da olsan, Yemen’de gibisin.”

Farsça şiiri dahi bu hakikatı izah için âdil bir şâhittir.

Rûhâniyet dünyada seninle olduğu gibi, kabirde de seninle, mahşerde de seninle, cennet-i âlâ’da da seninle arkadaştır.

Bunun delili şu Âyet-i kerime’dir:

“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)

Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar, dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.


 

Önceki Sonraki

İçindekiler