Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

Kalplerin Anahtarı Külliyatı

Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

ALLAH YOLUNUN REHBERİ MÜRŞİD-İ KÂMİL


Mürşidin Lüzumu:

Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.

Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.

“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)

Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.

Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.

Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb...gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz.” buyuruyor. (En’am: 151)

Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder.

İmam-ı Gazâli -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, bu bâtıni kötülüklerden sakınabilmek ve korunma yollarını bulmak için bir Mürşid-i kâmil’e intisabın zaruri olduğuna dair “Adâb-ı zikr” Risâlesinde şöyle buyurmaktadır:

“Terbiye etmek suretiyle kötü ahlâkını atıp onun yerinde güzel ahlâkı yerleştirmesi için, sâlikin mürşid ve mürebbi bir şeyhin terbiyesine girmesi şarttır.

Burada sözü edilen terbiye, topraktan diken ve yabani otları söküp nebâtını güzelleştirmek ve neşv-ü nemâ bulmasını ikmâl etmek için çalışan çiftçinin işine benzer.

Çünkü Allah-u Teâlâ kullarını kendi yoluna irşad edecek peygamberler göndermiştir. Bu mânâdan dolayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal edince mahlûkatı Allah-u Teâlâ’ya irşad ve isâl etmek için hulefâsı onun makamına halef olmuşlardır. Onun için sâlikin, kendisini terbiye ve Hakk Teâlâ’nın yoluna irşad edecek bir şeyhe mutlak ihtiyacı vardır.”

İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür.” (285.Mektup)

Medresede müderris ne ise, tarikatta mürşid odur.

Müderris akla hitâb eder, nakli akla tatbik eder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir, vazifesi bununla biter.

Mürşid-i kâmil ise, ruh ile meşgul olur. Mürebbidir, terbiyecidir. Kendisine intisâb eden müridin bütün hususiyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki firasetin ve edindiği mârifetin derecesine göre müridin kalbindeki kudreti, micazındaki sertliği, ahlâkındaki fesadı tedricen izâleye çalışır. Mürid tam teslim olduysa çabuk yol alır, olgunlaşır, safây-ı kalbe ulaşır.

Bu yolun terbiye sistemi, siret-i Nebevî ile ahenklidir. Gaye onu numune almaktır.

Bütün bu güzel hâller, ancak kâmil bir mürşidin taht-ı terbiyesi altında bulunmakla husule gelir.

Yolumuzun pîri Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:

“Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser olabilir.” (4.Mektup)

“Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında yetişmek zarureti açık bir gerçektir.

Nefs-i emmârenin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece Allah’ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir.” (68.Mektup)

“Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi almak için evvelce yaşamış sâlih zâtlara müracaat edemeyecekleri âşikâr bulunduğundan, hâl-i hazır yaşamakta olan meşâyıha müracaatla ihtiyaçlarını arzetmeleri gerekmektedir.” (3.Mektup)

Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için Mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir. Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.

 

“Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır” Sözü:

Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- ve Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde:

“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”

Sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun mânâsının doğruluğu pek çok Âyet-i kerime ile sabit olmuştur:

“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyiniz!’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60)

Demek ki şeytan, kendini müdafaadan âciz bir mümine âmirlik sıfatı takınarak ve fâsit fikirlerini onun gönlüne düşürerek Allah-u Teâlâ’ya itaattan alıkoymak hususlarını kendisi için mühim bir vazife edinmiş ve tesirini de müşâhede etmiştir.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Hannâs’tan kendisine sığınılmasını emir buyurmaktadır. Hannâs, şeytandır.Bu şeytan müminleri gözetmekte ve kalbin zikirle meşgul olduğunu anlayınca geri çekilip savuşmakta olduğu gibi, zikirden gâfil bulunanların gönlüne ne bozucu vesveseler atmaktadır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kalp Cenâb-ı Allah’ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ eder.” (Nevâdir-ül usûl)

Zikrullah şeytanı uzaklaştırır, kişiye Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazandırır.

İşte bunun içindir ki dünyada iken bir Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.

“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)

Hadis-i şerif’i mucibince, Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmek gerekmektedir.

Zikrullah ile; kalp, ruh, sır, hâfâ, ahfâ odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hâkimiyet ruhun eline geçer, letâif ampulleri yanar, kişi bütün kötülüklerden pişmanlık duyar, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.

Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemâl yollarını bulur. Bütün uzuvları ahkâm çerçevesinde hareket etmeye başlar.

Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin ameliyata da ihtiyacı vardır.Bu ameliyatı da ancak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler. Operatörlüğe tayin edilen o mânevî doktor; ezelî nasibi olanlara nasibini vermek için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için...şart olan bu ameliyatı yapar.

Mâlum olduğu üzere nefis ve şeytan gibi iki amansız düşmana karşı müdâfaada bulunabilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir.

İntisab edenler nefsin ve şeytanın arzu ve isteklerine karşı koyarlar. Çünkü o Tarikat-ı aliye’deki mevcud olan zevât-ı kiramın mânevî yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde nasipleri kadar nefsin ve şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebu Dâvud)

Şüphesiz bir insan sûfiler cemaatına muhabbetle iltihak eder, zikir ve fikirlerine katılırsa onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de himâyeleri altında bulunacaktır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” buyurmuştur. (K.Hafâ)

Lânetlenmiş şeytanın şeyhe bağlı tarikat mensuplarına karşı zafer kazanamayacağı bu açıklamalardan anlaşılıyorsa da, görülen ve duyulanlarla bu fikri ispat etmek kabil olamıyor.

Zira Tarikat-ı aliye mensupları arasında ilâhî kanun mânâsına gelen ilâhî hükümlere riâyet etmeyen ve bilhassa imanın alâmeti demek olan namazın edâsına hakkıyla dikkat göstermeyen kimseler de mevcut olduğu şüphesizdir. Diyebiliriz ki, şeyhten maksat bu ismi taşıyan bir şahıs olmayıp belki Allah-u Teâlâ’yı sıfatlarıyla tanıyan bir kimse olmakla beraber kalpten bir niyet ile ibadet ve taatlara devam eden, günahlardan kendini koruyan, nefsin istekleriyle zevklere düşkünlükten yüz çeviren, şeriat ve tarikata hizmet eden bir zâttır.

Bu böyle olduğu gibi, mensup olanların dahi mürşidin şeriat ve tarikat dairesinde bulunan emirlerine riâyet etmeleri lâzımdır.

Netice olarak bir hastanın hastalığından kurtulması elbette ki hâzık bir doktorun vermiş olduğu ilaçların güzelce kullanılmasına bağlıdır. Doktor, işinin ehli ve mütehassıs olmaz, yahut hasta da aldığı ilacı güzelce kullanmazsa beklenen şifa gerçekleşemez.

Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk’adır, şeyhliği şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk eder.

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Nefs-i emmârenin kötülük ve şerrinden canını kurtarmak, Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi yardım ve lütfuna nâil olmak isteyen bir insan, tarikat-ı aliye’ye dehâlet edip hakikat yolunda sülûk ederek geleceğini emniyet altına almada acele davranmalıdır.” (68.Mektup)

Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir.

Hiç şüphe yok ki bu efdal ümmet içinde yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi, Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur .Bütün engel ve güçlüklere rağmen Allah için mücahede ve mücadele etmektedirler.

Dini bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.Her devirde etraf ve muhitlerine nur saçmışlar, insan yetiştirmişler, yol gösterici eserler vermişlerdir. Emin adımlarla gayelerine doğru ağır ağır ilerlemektedirler. Allah-u Teâlâ’yı tercih edenler bunlardır, Allah-u Teâlâ’nın da tercih ettiği bunlardır.

 

Sâdıklarla Beraber Olmak:

Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.

Binaenaleyh:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe: 119)

Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikat-ı aliye’ye dahil olmak ve o Tarikat-ı aliye’de mevcut olan ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.

Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.

“Sâdıkîn”den murad “Mürşidûn” yani mürşidler olduğu “Bahr-ul Hakâyık” tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.

Allah-u Teâlâ’nın “Teklif-i mâlâ yutak” buyurmayacağı yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.

 

“Sâdıklar Kimlerdir?”

Sâdıklar, Allah-u Teâlâ’nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.

Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.

Birincisi, dünyâya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.

İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk’a ulaşır.

Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.

Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından indirmiştir. “Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir.” diye.Bunların muallimi Allah-u Teâlâ’dır.Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç kimse O’nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan gider. İşte bu hakikatı öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk’ı bulamamak kadar mühim oluyor. Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.

 

Mürşid’in Ahlâkı ve Vasıfları:

 

İstikamet:

Şeriat-ı mutahhara’nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hud: 112)

Bu Âyet-i kerime mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar.Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikatı bilir ve bulur.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuşlardır. (Müslim)

Yani Kur’an-ı kerim’deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur’an’dır.

Mürşidin bu vasıfta olması gerekir. Bu olmazsa, bir tek vasfı noksan olursa o mürşid-i kâmil değildir. İşte ölçü, işte tartı.

 

Nasihat:

İnsanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ’nın yoluna irşad etmektir.

Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk’a yöneltmek, Hakk’a ulaştırmak.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et.” (Nahl: 125)

Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O’nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.

 

Şefkat:

Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarı ile bakmaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever.” (Bakara: 195)

Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen yardımı esirgememek onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Müminlerden sana tâbi olanlara şefkat kanadını indir.” (Şuarâ: 215)

Nitekim İbrahim Hakkı Erzurumî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları gayet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.

Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.

Bunun kahrı lütfu ile, kızması hilmi ile, celâli cemâli ile karışık olduğundan; kızma halinde râzı olup, rızâ halinde kızma gösterir. Fakat her şeyi yerli yerinde yapar. Her halinde adalet üzere hareket eder.” (Mârifetnâme)

 

Merhamet:

Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.

Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu hususiyet, kuvve-i beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu husus intikal etmiştir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (C.Sağir)

Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimse Mürşid-i kâmil değildir. Bu ölçüler kişinin elinde oldukça hayatta yolunu şaşırmaz, istikametten ayrılmaz.


 

Önceki Sonraki

İçindekiler