Tasavvuf, esrar odasının ilâhi sırlarına insanı mazhar eden bir yoldur.
Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek... Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir.
Ruhu tâlim ve terbiye, nefsi tezkiye sayesinde insandaki ahlâk-ı zemimeler, kötü huylar gider. Emmâre olan, yani her kötülüğü emreden ve yaptıran nefis “Sâfiye”ye vardığı zaman sâfileşir, öğülmeye lâyık olur. Buna da âmil tasavvuftur.
Bütün gaye varlığı ifnâ etmek ve Var’ı bulmaktır. Varlığımız Var’ı bulmaya mânidir. Varlık yok edilip, Var bulunduğu zaman yapılan her iş Allah ile yapılır. Tasavvufun en son sınırı budur ve tasavvufun özüdür. Zira ancak Allah ile yapılan esastır. Bu hâle gelmeyen kimselere nefis müdahele eder, yaptıklarını nefisle yaparlar.
Burada bir sırrı size şöyle arzedelim. Nefsin kalkanı vardır, Kelime-i Tevhid çekildiği zaman kalkan tutar ve o tevhid tohumunu kalbe düşürmez, boşa düşürür. Ve fakat ince yollardan geçe geçe, haddelerden süzüle süzüle varlık yok edilirse, her yapılan iş Allah ile yapılır, nefsin ve şeytanın attığı iğva taşları ona isabet etmez. O yok ki isabet etsin. Erimiş, yok olmuş, varlığını tamamen ifnâ etmiş. Bu ince ayrılığı kavrayabildiniz mi? Yani var olanda nefsin kalkanı var, Kelime-i Tevhid’i içeriye düşürmüyor. Yok olanda ise O var, her yaptığını O’nunla yapıyor. Nefsin ve şeytanın müdahalesi ona tesir edemiyor. Tasavvuf işte onu bu noktaya erdirir.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir. Esrar odasının ilâhi sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Altı mektep var, her mektebin de sınıfları var.
Bu ilim ve irfanı tahsil etmek için Mürşid-i kâmil’i bulmak şarttır ve elzemdir. Hakikat yolunun rehberini Allah-u Teâlâ yetiştirmiştir.
Onu mahviyetin en aşağı derecesine indirmiştir. Yalnız Allah ve Resul’ünden bahseder, başka hiçbir şeyden bahsetmez. Hep O’nun varlığını, O’nun verdiğini ortaya koyar. Allah yolunu o tarif eder.
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği tasarruf ile yürütür. Oldukları yerde müridânı tekâmül ettirir. Az dersle çok yol aldırır. İstidatları nisbetinde geldikleri makamlara tekrar çıkarır. Yâni misâl âleminden gelmişlerdi, tekrar o âleme kadar çıkarmaya muvaffak olur. Bu bir lütf-u ihsandır. Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki, Mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan hiçbir şey alamaz. Binaenaleyh bir insanın dünyaya gelerek birinci turu yapmasına anne-baba vesile olduğu gibi, ikinci turu yapıp dâireyi tamamlamasına da Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmil’i vesile kılmıştır.
Dikkat edilirse Mürşid-i kâmil’in anne-babadan çok daha mühim olduğu görülür.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin:
“Dünyaya gelmekten murad Mürşid-i kâmil’i bulmaktan ibarettir.” buyurmaları bu hakikatın bir ifadesidir ve intisab bu bakımdan lüzumludur.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Şeriat üç şeyle tamamlanır. İlim, amel, ihlâs.” buyurmuşlardır. İlim okumakla, amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâs ve ihlâsta daimi kalmak ancak tasavvufla elde edilir. Onlar hıfz-ı himâyede tasarruf-u ilâhî’de oldukları için, o ihlâsı elde ediyorlar.
Tasavvuf, Allah sevgisine yegâne vesiledir.
İntisab etmek istendiği zaman evvelâ istihâre yapılır. “Eğer bana nasip etmişsen ve kime nasip etmişsen bana göster, bileyim ve ona göre gireyim.” diye Allah-u Teâlâ’dan istimdat edilir. Bir alâmet zuhur ederse ehli bulunup ehline tabir ettirilir. Ehli olmazsa, yanlış bir tabir ile kişiyi dalâlete sevk eder. Ehli bulunacak ve o tabire göre hareket edilecek. Tarikat-ı aliye’ye böyle girilir. Bu kadar lüzumlu bir yol, Ahmed’e Mehmed’e intisab etmek demek değildir. Rehber bulununcaya kadar aramak icabediyor. “İntisab ettim, bağlandım.” gibi sözler boş sözlerdir.
Allah-u Teâlâ ezelden nasipdar ettiği kimsenin nasibini, yolun hakiki rehberine teslim eder ve kişiyi ona ulaştırır. Mürid günâ gün o nasibi alır ve terakki eder. Mevlâ o nasibi koymasaydı, mürşidde o nasip yoktu. Mürşid O’nun koyduğu nasibi vermiş oluyor. Daha doğrusu o kanaldan almış oluyor. Çünkü veren yalnız Allah-u Teâlâ’dır.
Meselâ çocuk annesini emiyor. Annesi: “Sütü ben verdim.” diyebilir mi? “Ben verdim” dese, peki ona sütü kim verdi? Evet hakikaten çocuğu annesi emzirdi ama, süt ona ait değil. Sütü vereni kimse düşünmüyor. Her şeyde Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı vardır.
Mürşid de böyledir, bir ana gibidir. Nasipdar olanlara Allah-u Teâlâ’nın ezelden yerleştirdiği nasiplerini verir. Kendisine ait hiçbir nesnesi yoktur.
Mektebe giden bir talebenin, mektepte sınıf programına göre hareket edip, sınıflarını geçtikçe kitaplarını değiştirdikleri gibi, onun da merhalesinin tablosunu boynuna takarlar. Bu gizlidir. O merhale bitinceye kadar o tablo mucibince harekette bulunur. O tablo vazifesini ifâ edip bitirince, onu kaldırırlar ikincisini koyarlar. Yani sizin anlayacağınız, kitabını değiştirirler. Bu kitaplar Mürşid-i kâmil vasıtası ile değişir. Mürid bunun farkında bile olmaz. Ezeli nasibi günâ-gün iner. Bunu ancak tasarruf sahibi Mürşid-i kâmil yapabilir, mürşid sûret-i katiyyede buraya giremez. Tasarrufu olmadığı için bunu yapamaz. Bütün yükü müridâna yükler. O yalnız yolu gösterir, “Yürü de git.” der, gayrıya tecavüz etmez.
Birisi yürütüyor, diğeri yürü diyor. Birisi sütü vereni görüyor, diğeri memede kalıyor. Daha doğrusu birisi O’nun diyor, diğeri benim diyor. Aradaki fark bu kadar büyüktür. Mürşidleri de Mürşid-i kâmil yetiştirir.
Evet Mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilâyeti, bir Reisicumhur’un idaresi de devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendilerine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Allah-u Teâlâ nasıl tecelli ederse, nasıl murad ettiyse öyle olur.
Hakikate ulaşmak için merdiven basamaklarından çıkmak gerekiyor. Bu basamaklar üç merhaledir. Mürid Fenâfişşeyh’te varlığını, Fenâfirrasûl’de yokluğunu, Fenâfillâh’ta hiçliğini yok eder. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar. Allah-u Teâlâ dilediği zaman hakikatı duyurur.
Hep ezeli nasip, başka hiçbir şey değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar sözün en güzeline hidayet edilmişler, kendisine çok hamdedilen Allah’ın doğru yoluna eriştirilmişlerdir.” (Hacc: 24)
Bu ilim-irfan mektebinin görünüşte mektebi de hocası da yoktur. Lâkin bilen için çok ince bir disiplin, hâli terbiye mevcuttur. Bu mânevi terbiye onu takvâ kalıplarına sokar, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye rayları üzerinde yürütür.
Bazı kimse “Kâl” den anlar, bazısı bizzat “Hâl” den anlar, bazısı da “Hâlât” a mazhardır. Hâl, Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu, fakat kişinin ifade edemediği şey; hâlât ise hâli kavramak ve karşıdakinin anlayabileceği hâli tarif etmeye çalışmak demektir.