Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyât: 56)
Yaratılışın asıl sebebi, kişinin Yaratan’ını arayıp bulmasıdır. Âyet-i kerime’nin sırrı budur. İnsan yüzünü Hakk’a döndürmezse neyi bulur?
O Allah ki, insanı bir damla kerih sudan yarattı. Bir insanın Yaratan’ını bilmesi, bulması ve hakkıyla ibadet edebilmesi için varlığını ata ata, asıl yaratılışı olan “Nutfe”ye inmesi şarttır. O noktaya indikten sonra Allah-u Teâlâ o kulunu “Kudsî ruh” ile destekleyerek;
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtına mazhar eder.
“Men Arefe”nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın küçüle küçüle “Nutfe”ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin değersiz bir su damlası olan “Nutfe” olduğunu gözü ile görünce, Azamet-i ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.
Nutfe hâline gelinceye kadar aslında insan çok terakki etmiştir, birçok merhaleler katetmiştir. Fakat asıl terakki ve yükselme nutfeye indikten sonra başlar ve hakikatta olan terakki de budur.
“Şeriat”, dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına bağlıdır.
“Tarikat”, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak maksadı ile sülûk olunacak ibâdet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-ü sülûk vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.
İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ’nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez. Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatın ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.
“Marifet” ise tarikattan ve hakikattan sonra zuhur eden ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.
Bu hâl ve ahvallerle hakikatın özüne inilir. Nutfe demek yaratılışın özü demektir. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden yaratmış, onun üzerine de bir beden inşâ etmiştir. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok. Bedeni yapan kim? Hazret-i Allah... Nutfeyi yaratan, sonra ona ruh veren, o ruh ile hareket ettiren de Hazret-i Allah... İnsan bu temele indikten sonra hakiki terakkiyat başlar. İşte “Sırr-ı ilâhî” budur.
Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği sırlar hakikattır. Sen yoksun ki göreceğin bir şey olsun.
Allah-u Teâlâ’nın insanı nutfeden yarattığının hikmetini insan bir düşünse kâfidir. Gerçekten âciz, âdi, kerih bir şeydir. Kişinin daima aslına nazar etmesi gerektiği için ondan yaratmıştır.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Sonra onu kan, kemik, et... gibi çeşitli merhalelerden geçirdi. Daha sonra ona ruh verdi. Bu ilk yaratılış.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan yarattığı gibi, insanları da nutfe, yani sperma haline gelene kadar topraktan yaratmış, bundan sonra ise nutfeden vâretmiştir.
“Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık.” (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemâle ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyame: 37)
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.
Bütün bunlar:
“O her an yeni bir iştedir.” (Rahman: 29)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, her an yeni bir yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ’nın tecelliyatlarıdır. Her an tekerrür ediyor da onu kimseler göremiyor.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ’nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyuruyor. (Tin: 4)
İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. Kâinatta ne ki varsa insanda o var.
Âlemleri insanda yine O dürdü. İnsanda kendine âit hiçbir zerre yoktur. Bütün nimetler O’nundur.
İnsan üzerinde öyle nimetleri var ki, saymaya akıl ermez. O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi. En güzel rızıklarla da merzuk etti. Bu nimetlerle o mahlûkun hiçbir ilgisi var mı? Hiç yok. Nasıl yok? O bir damla kerih su olan nutfeyi Allah-u Teâlâ ne ile dürerse o olur.
İnsan kendi âcizliğini öğrenmedikçe, Azamet-i ilâhî’yi bilmesi mümkün değildir.
Şayet bir kimsenin birinci turu zâhiri ilimlerle tamamlayarak ikinci tura çıkması murad edilmişse, Allah-u Teâlâ onu bir mürebbiye bağlar. Mürebbi elinde yavaş yavaş terakki ettikçe, ruh ile nefis birbirinden ayrılmaya ve nefis küçülmeye başlar. Varlıklar bir bir düşer. Bu tahsil o kadar devam eder ki, bütün varlıkları ve benimsenenleri Allah-u Teâlâ düşürürse, o kişi sonunda yaratılışı olan “Nutfe”ye iner. Tasavvur buyurun ki bütün bu varlıklar zerre zerre düşecekler ve yok olacaklar.
“Nutfe”nin önceki durumu ne ise, ikinci durumu da aynıdır. O kendisini çok iyi bilir ki bir nutfeden ibarettir ve hiç hükmü yoktur. Onun kıymeti, Sahibinin ona bahşettiği kıymetten başkası değildir. O ne kadar yürütürse o kadar yürütür. İster yürütür, ister durdurur. Zaten O’nun hükmünden başka hiçbir zerrede hüküm yoktur. Fakat bunun böyle olduğunu görmeye en büyük mâni kişinin kendi varlığıdır. Var olan Var’ı göremez, bilemez, bulamaz.
“Nutfe”ye indikten sonra Var olan görülmeye başladığı gibi, ulvi varlıklar da ondan sonra görülmeye başlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer nebiler o zaman görülür. Çünkü Allah-u Teâlâ onları seçmiş, sevdiklerinden onları donatmış.
İnsan Resulullah Aleyhisselâm’ı o zamana kadar kendi zannı, kendi gözlüğü ile ölçerken, “Nutfe”ye indikten sonra; Onun nurundan bütün mükevvenâtın yaratıldığını düşünmeye, onu Allah-u Teâlâ’nın seçtiğini, bütün tasavvurların fevkinde onu donattığını görmeye başlar.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı apaçık meydanda. Eseri ve âsârı ile var olduğu biliniyor. Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin varlığı meydanda değil. O’nun varlık nurundan mükevvenâtı halkettiğini bilen azdır. O olmasaydı hiçbir varlık olmayacaktı.
Allah-u Teâlâ’nın O’na bahşettiği lütuf, insan havsalasının haricindedir. Öyle murad etmiş, O’nu öyle halketmiş.
“Nutfe”ye inmedikçe Sebeb-i mevcûdat olan Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru görülmez, muhabbeti ele geçmez. “Nutfe”ye inince kendisini yok edeni, yoktan var edeni görür. Orada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu görür, muhabbetini kazanır. Bu noktaya inildiği zaman yine görür ki, nurdan başkası zaten yok. Böylece gerçek var eden, kendiliğinden ortaya çıkar.
Muhabbet nisbetinde kişinin borusu genişletilir ve o borudan o nisbette feyz-i ilâhî gelir. Bundan sonra Allah-u Teâlâ dilerse onu “Nutfe”de tutar, dilerse lütfu ile destekleyerek onu hususiyetine alır. Hususiyetine aldıkları veli kullardır. Onları Resulullah Aleyhisselâm’ın deryâsına bırakır. Onlara hayat-ı hakikiyi veren o deryâda bulunmalarıdır. Bir an alınsalar hükümsüz kalırlar. Bu deryâya herkes giremez, kimi koyarsa o girer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” buyuruyor. (İsrâ: 70)
Allah-u Teâlâ kimi lütfu ile donatmışsa, nuru ile desteklemişse o mükerremdir. Kimi ki nutfeye indirip deryâya koymuşsa mükerrem odur. Bir an çıkarılırsa hemen ölür. Hani sen büyük balıktın?
“Nutfe”nin hiç hükmü yok. Hüküm Allah’ındır. Benim varlığım bir damla kerih sudur. Vallahi Rabbimin lütfuna muhtacım.
Allah öyle bir Allah ki, hayatım boyunca bir nimetine bile şükrümü ifa edemem. Nimetlerinin birinin dahi suâline cevap veremem. Meğer ki hesapsız kerem edip bağışlasın.
Allah-u Teâlâ’yı anamadığımı, ibadet edemediğimi, bilmeye de imkân olmadığını ifade etmek istiyorum.
İtimat edin Allah-u Teâlâ’ya lâyık-ı veçhile sığınamadığımı, Azamet-i ilâhî’si karşısında korkmadığımı biliyorum. Bunu kalben söylüyorum. Çünkü korksam erimem lâzım. Sığınsam başka hâle bürünmem lâzım. Hiç güvencem yok. Eğer zerre kadar bir güvencem varsa, gözyaşları ile onun erimesini niyaz ederim.
Şu hususu da hemen ilâve edelim ki, kendimden daha biçare bir âciz de bilemiyor ve göremiyorum. Bunu sakın bir tevazu kabul etmeyin, bir hakikattır. Çünkü nefsime bakıyorum, bir tehlikeye düşmezden evvel kurtuluşunu arıyor. Bir ibtilâ karşısında, gelmesinden evvel kalkmasını istiyor.
Bu büyük gerçekleri ne duyuyoruz, ne de duymak istiyoruz. Var olan Allah-u Teâlâ’dır. Sen âcizsin, Allah-u Teâlâ’yı bilemezsin, anlayamazsın. Bir zerre toz seni ölçebilir mi? Sen zerre kadar toz bile değilsin. Çünkü seni de O yarattı.
Allah-u Teâlâ bilinmedikçe ibadet edilmez. Bilmek için de intisab edip sülûk etmek gerekiyor. Daha sonra Azamet-i ilâhî ortaya çıkar.
Gözün; “Bakar göz”, “Şaşı göz”, “Kör göz” diye üçe ayrılması bu noktadadır. Birisi Allah-u Teâlâ’yı görerek ibadet eder, birisi kendi varlığı ile ibadet eder, diğeri ise hiç görmez.
İnsan “Nutfe”ye indikten sonra bile, şeytan ve nefis hücum ederek ona varlık katmaya çalışırlar. Bu iki düşman zorlamaktan hiç geri kalmazlar. Hazret-i Allah’a sığınılmadıkça kurtuluş mümkün değildir. “Allah’ım bu düşmanlardan sana sığınırım.” diye niyaz ve ilticâ edilirse, Allah-u Teâlâ da lütfedip onu şeytanın ve nefsin hücumlarından korursa ancak kurtulmuş olur. Kurtuldum diye bir şey yok.
Bunun temsilini şöyle arzedelim:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz.” buyurdu.
Sahâbe-i kiram -radiyallahu anhüm-:
“Sen de mi yâ Resulellah?” diye sordukları zaman ise şöyle buyurdu:
“Evet ben de. Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya.” (Müslim: 2816)