İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu emr-i ilâhî’yi alınca;
“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye. 6. Fasıl)
Hadis-i şerif’inin ifade ettiği mânâ gereğince, Hazret-i Ebu Bekir Sııddık -radiyallahu anh- Efendimizi çağırıp “Kalbî” zikri telkin ederek ona öğretmiş ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına tâlim etmesini kendisine emir buyurmuştur.
Aynı şekilde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimize de “Cehrî” zikri talim edip, diğer Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına telkin etmesini emretmiştir. Yani “Hafî” ve “Cehrî” zikirler bu noktada ayrılıyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da öğrendikleri usûl üzere kalbî ve cehrî zikirleri icra etmişlerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtını vasfederken:
“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözleri yaşarırdı, gözyaşları elbiseleri üzerine sel gibi akardı.” buyuruyor. (Ebu Nuaym. Hilye)
Bu itibarla zikir ikiye ayrılmış, birincisine “Sıddıkiye”, ikincisine “Aleviye” adı verilmiştir.
Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir. “Hafî” olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimizden, “Cehrî” olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizden intişar etmiştir.
Daha sonra ikiden onikiye ayrılmıştır. Her ne kadar oniki imam vasıtasıyla oniki kola ayrılmışsa da aslı birdir. Her biri kendi hâlâtı üzerine içtihatta bulunmuştur. Bu husus da aynı mezheplerin intişârı gibidir. İçtihad derecesine varmış olan Evliyâ-i kiram’ın içtihadı neticesinde olmuştur.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizden Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretlerinin zamanına gelinceye kadar bu hafî yol “Tarikat-ı Sıddıkiye” adı ile anılıyordu. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerinin zamanına geldiğinde ise “Tarikat-ı Nakşibendiye” adı ile anılmaya başlamıştır.
•
Ve bu yol o günden bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile-i âliye tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyururlar.