Bu sohbet 8 Cemaziyelevvel 1422
29 Temmuz 2001 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Bugün arzedeceğimiz mevzular “Tasavvuf’un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri”ne âit ise de, sohbeti yapılmadığı için bu mevzu ile sohbete başlıyoruz. Dikkat edin, bu mevzu şimdiye kadar bahsedilmeyen, ince noktalarına kadar inilmeyen bir mevzudur. Aslında bu mevzu hassül-has’ın mevzusudur. Çok ince noktalara nüfuz edilerek dercedilmiş olup, birçok hakikat ve esrarlar açılarak arzedilecektir.
Cenâb-ı Hakk’a tekarrübiyet yolunda bir “Hakk’tan seyr” vardır, bir de “Hakk’a seyr” vardır.
Hakk’tan seyr; Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a yürümek mânâsına gelir. Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu kendisine çekmesi ve yaklaştırması demektir.
“Size benden bir hidayet geldiği zaman.” (Bakara: 38)
Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.
Allah-u Teâlâ bir kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse Hakk’a tekarrüb edemez. Bütün kalpler O’nun kudret elindedir. Dünya saâdetine, âhiret selâmetine ancak O’ndan gelen hidayet sayesinde erişilir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime’nin özünü size arzedeyim. Şimdiye kadar hep sözünü dinlediniz ve inandınız. Özü nedir biliyor musunuz? Gerçekten insan bir maskeden ibarettir. Hazret-i Allah’ı gördüğü, bildiği zaman bu Âyet-i kerime tecelli eder. Hakk’tan ona gelmezse maske birşey yapabilir mi? O maskeye verecek ki, maske konuşacak. Fakat bu da Hazret-i Allah’ı görenlere mahsustur, başkasına değil. Başkası hep sözünü okur, özünü bilmez.
Kişi bu incelikleri dinlerken kendi varlığını ortaya koyar. “Nasıl olur da ben bir maske olurum? Koca bir adamım, birçok şeyler de biliyorum.” der. Fakat o varlığın Allah-u Teâlâ’ya âit olduğunu bilmez. Halbuki ruhunu çektiği zaman, saman çöpü senden değerli oluyor. Bu hususu size duyurmak, sizi size anlatmak maksadıyla söylüyoruz; dinleyene, fakat mevzuyu kavrayamayana hitap ediyoruz.
Bu mevzuyu sakın kavradığını sanma! Kavramadığını çok iyi biliyorum. Çünkü bu mevzu “Hassü’l-has”ın mevzusudur, “Hakk’al-yakin” olanlara âittir. Nasibi olan nasibi kadar alır.
Bir maskenin bir insanın yanında ne kadar değeri varsa, bir insan maskesinin de Hazret-i Allah’ın yanındaki hükmü budur.
Bir kimsenin yüzüne takılan maske o kimseye ne yapabilir? Ancak o maskenin altında konuşan konuşur. Halk ise Hakk’ı göremez, maskeyi görür. Şu kadar var ki, maske maskedir, konuşturan Rabbül-âlemin’dir. İyilikler hep O’ndandır, kötülükler nefistendir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hepsi Allah’tandır.” (Nisâ: 78)
Aslında hepsi O’ndan.
Bu noktada Hazret-i Allah’ın ayrı, maskenin ayrı olduğunu belirtmek istiyoruz.
Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğuna göre İbrahim Aleyhisselâm:
“Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek.” buyurmuştur. (Saffat: 99)
Bu beyanı ile herşeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ’ya yöneldiğini, kendisine yol gösterenin O olduğunu belirtmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)
Aslında o hep Rabbisi ile beraberdi, bir an bile O’ndan gafil değildi. “Bu halktan hayır yok, ben Rabbim’le beraber olacağım.” mânâsına gelir. Ona O yeter. Zira o O’nunla kâimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin çok güzel bir duâları var, şöyle buyurmuşlardır:
“Kullara bedel Rabbim bana yeter. Yaratıklara karşı Yaratıcı bana yeter. Rızık isteyenlere karşı Rezzak bana yeter. Bana yeten bana yeter. Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.
Allah bana yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’na tevekkül ettim. O, büyük Arş’ın Rabbidir.” (C. Sağir: 6580)
•
Halkı bırakıp Hakk’a varmak hiç şüphe yok ki akıl, ilim ve nefis dereceleri nisbetindedir. Allah-u Teâlâ herkeste ayrı ayrı tecelli eder, terakki nisbetinde de ilgisi ve bilgisi olur. Bunun içindir ki dinimizde itikaf lüzumlu görülmüştür, sünnet-i seniyyedir.
İtikaf; bir mescidde veya o hükümdeki bir yerde itikaf niyetiyle bir süre durmak demektir. Resulullah -sallallahu aleyih ve sellem- Efendimiz ve zevceleri buna hayatları boyunca devam etmişler, her Ramazan-ı şerif ayının son on gününü itikafla geçirmişlerdir.
Zâhirî itikaf yapılırken kişi Hakk’a yakın olmak için halktan uzaklaşır, yalnız kalır. Siz bu itikafı biliyorsunuz. Fakat asıl gayemiz bilinmeyen bu batınî itikafı size duyurabilmektir.
Bâtınî itikaf Hakk ile olmak, Hakk’tan gayrısını görmemek, mâsivâdan uzaklaşmak demektir. Hakk’a yaklaştığı zaman kendisinden uzaklaşır.
“De ki: O Allah bir tektir.” (İhlâs: 1)
Âyet-i kerime’sinin bizzat kendisine mazhar olur.
Nitekim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ben Allah’ı gördüm, başka bir şey görmedim.” buyurmuştur. O Ehad’ı görmüş, başka bir şey görmemiş.
Ne kendini görür, ne de yaratılmışları görür. Kendisi çıktı aradan. Yoksa kendisi var iken görebilir mi? Göremez. Zira aslı zaten bir damla kerih su. O kerih suyu Allah-u Teâlâ bir maske haline getirmiş. O’nu görür, O’ndan görür, başka bir şey görmez. Kendisini bir maskeden ibaret olarak gördüğü gibi, kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu o zaman görür. En mühimi ise o zaman Yaratan ile yaratılmış olanların ayrı olduğu görülür. Çünkü yaratılanlar bir “Kün feyekün”den ibarettir. “Ol!” der, hemen oluverir.
İhlâs sûre-i şerif’inin mazharı olan bir kimse; Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’ı görür, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’ı bilir. Çünkü kendisi bir maske olduğu için Hazret-i Allah’ı bilemez. Maske de hükümsüz. Çünkü Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’ı görüyor, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’ı biliyor, Hazret-i Allah ile söylüyor. Hazret-i Allah ile hemhâl oluyor, O’nunla görüşüyor, O’nun ile nefes alıyor. Kendisinin de kâinatın da maske olduğunu görüyor.
Siz bu hâle şaşmayın, bu böyledir. Fakat bu bir tecelliyât-ı ilâhidir.
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
Âyet-i kerime’sinde geçen “Hû” maskedir, yarattığı bütün mevcûdat da bir maskeden ibarettir. O yaratıyor, yarattıkları O’nunla kaimdir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir göz O’na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder.” (En’am: 103)
Kâinatın bir maske olduğunu bu Âyet-i kerime ile izah ve ispat ediyorum. Bilen ve anlayan için bu ilâhî beyan kâfidir.
O’ndan başka bir şey yok zaten, ötesi hep maske. İnsan bir maske olduğu için, bir elbise olduğu için O’nu idrak edemez. Yüz tane bin tane elbisen olsa seni bilebilir mi? Bilemez, çünkü elbisedir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcudâtı içine alıyor. Var olan O’dur. Herkes maskeyi görüyor, O’nu görmüyor. Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yarattıkları ise O’nun hayat vermesi ile yaşamaktadırlar.
Şimdi “Hû”nun maske olduğunu kavrayabildiniz mi? Şu kadar var ki maske olduğunu yüz defa da kavrasanız sözle kavrarsınız, Allah-u Teâlâ göstermedikçe hakikatını bilemezsiniz.
Maske Hazret-i Allah’ı bilemez, fakat Allah-u Teâlâ’nın maskeden daha yakın olduğunu görür.
Bir temsil verelim: Bir insanla giydiği elbisenin arası ne ise, Hazret-i Allah ile vücud elbisesinin arası öyledir.
Bir elbisenin giyindiği kişiyi tanıyamadığı gibi, bir bedenin de yaratanını tanıması mümkün değildir. Çünkü elbisedir. Kişinin düşüncesini elbise ne bilir? Allah-u Teâlâ’nın o kişi hakkındaki hükmünü de maske hiç bilmez! Maske çünkü. Fakat insanoğlu vücudunu bir şey zannediyor, Hakk’ı bilmediği için kendisini görüyor.
Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatın özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey, ilik ayrı şey.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinde buyurur ki:
“Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi o kabuğun özüdür.” (317. Mektup)
Allah-u Teâlâ’nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir. Evliyâullah’ın “Has ilmullah” diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zâtına mahsus bir ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk’al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veliye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah. O özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.
“Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar duyuruyor.
Nitekim Şeyh’ül-Ekber Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûs’ül-Hikem” adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Sh: 43)
•
İlm-i ledün nedir? İlm-i ledün’ün özü Allah-u Teâlâ’yı bilmek, görmek; kendisinin maske olduğunu bildiği gibi, kendisini görmemektir.
Hazret-i Allah’ı görecek, bilecek, kendisini görmeyecek. Kendisinin yalnız ve yalnız bir maskeden ibaret olduğunu bildiği zaman ilm-i ledünün özünü bulmuş olur. Çünkü o zaman Hazret-i Allah ile kendi maskesini ayrı olarak görür. Ancak orada görür.
Bu bilgileri Rabbim bana öğretmese, ben bunların bir tanesini bilemezdim. Bilmem de mümkün olmazdı. Zira kitaplarda yok ki okuyayım, şimdiye kadar böyle bir ilim inmiş değil ki bileyim. Bu ilim ancak O’nun öğretmesiyle mümkündür. Yalnız beşer beşerdir, o kendisini bile bilemez. Maske olduğunu bilir, maskeden ötesini bilmez. Allah-u Teâlâ’nın o maske hakkında verdiği hükmü de bilmez.
İnsan bir maskeden ibarettir, kâinat da bir maskeden ibarettir. Hepsi de “Ol!” demekten ibarettir ve O’nunla kaimdir.
•
Hazret-i Allah’ı müşahede ruh ile olur. Size bunun iç sırrını anlatayım.
Daha önce “Nefes zikri”nden mevzu geçmişti. Fakat bu dersi nasıl yaptığımızı şimdiye kadar açmamıştık.
Bu dersi yaparken kendimi ölmüş ve kefenlenmiş olarak kabul ederim. Fakat nefes alıyorum. Ölü bir insan... Ceset ayrı, ruh ayrı, Hazret-i Allah ayrı. Oradaki ceset, hükümsüz bir elbise oluyor. Allah-u Teâlâ ile irtibatı kuran ruhtur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruh O’nun emriyle irtibat kuruyor. Cesedin hiçbir hükmü yok, ceset elbise olarak kaldı.
Ceset bir maskedir amma, Allah-u Teâlâ ona bir irade-i cüz’iyye vererek mükellef kılmış ve saha-i imtihana sürmüştür.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere maskeyi başıboş bırakmamış, denemek için sahneye koymuştur.
Allah-u Teâlâ’ya intikal eden kimse O’nun izniyle kendisinin bir maske olduğunu görür. Ona maske olduğunu gösterecek olan ruhtur. Hazret-i Allah ile nefes alan da ruh olmuş oluyor, ceset değil. Bu noktaya çok dikkat ederseniz, sırların çoğunu bilmiş olursunuz.
İtimat edin dünyada da böyledir, kabirde de böyledir, mahşerde de böyledir, cennet-i âlâ’da da böyledir. Dünyada bunu ihsan eden kabirde etmez mi? Çünkü ruh kabirde kınından çıkmış kılıç gibidir, mülâkat daha çabuk olacak. Ceset bir elbise idi, onu soyundu çıkardı. Sen yatakta yatarken elbisenin ne hükmü olur? Elbise çıktı, ruh ve ruhâniyet iş görür.
Hülâsa olarak; O’nunla mülâkat yapan ruh oluyor, ceset bir elbise olarak kalıyor ve hiçbir hükmü kalmıyor.
O’nun duyurduğunu size söylüyorum. Bu ilim karşısında marifetullah ehlinin ilminin kabuk kalması işte bu sebepledir.
•
Allah-u Teâlâ’nın emriyle ruh nefes alıyor. O zaman koyduğu bu hükmü bütün evliyâullahın istifadesine sunmuş, O’nun koyduğu hükümden istifade ediyorlar. Ruhuna o zaman lütfetmiş, ruhundan diğer veliler alıyor. Cesedin hükmü yok.
Nitekim İsmail Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu ifşâ etmişlerdir.
Buyururlar ki:
“Her asırda mevcut olan insan-ı kâmil peygamber makamına oturmuştur ve Hâtem-i velâyetin üflediği nefesidir. Halk onu ister kabul etsin, ister etmesin.” (Kenzü Mahfi. 10. Bahis)
Muhyiddin-i İbn’ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Âdem ruh ile cesed arasında iken peygamber olduğunu bildirdiği gibi, Hâtem-i velinin de öyle olduğunu beyan etmiştir.
O âlemlere rahmet olarak gönderildi. Nurundan nurunu yarattı, o nurdan bütün âlemleri yarattı.
Hâtem-i veliye gelince;
O da Âdem Aleyhisselâm’dan evvel yaratıldığı için Allah-u Teâlâ’nın nefesi ile nefes alır verir, O’nun nefesi ile alıp verdiği için veliler o nefesi alıp verir. Onu ezelden öyle yarattı, mayasını kendi nuru ile yarattığı için, O’nunla nefes alıyor, O’nunla nefes aldığı için de diğer veliler o nefesten alıyor. Öyle yaratmış, öyle koymuş... O O’nunla nefes alıyor, diğer veliler ona verdiği nefesten alıyor.
Fakir size daha önce şöyle demişti:
“Hazret-i Allah ile alınan nefes, nefeslerin en hayırlısı, Hazret-i Allah ile mülâkat mülâkatların en güzelidir.”
Bu sözün mânâsını siz şimdi anlamış oluyorsunuz.
Kapalı idi açılmış oldu. Yavaş yavaş kapalı kutular açılıyor ve siz bunları idrak etmiş oluyorsunuz.
Halk ister kabul etsin, ister kabul etmesin, bu böyledir. Bunlar hep ezeli lütuftur, başka hiçbir şey değil, mahlûka âit de değildir.
O koyacak, O lütfedecek, O idare edecek, bu işler olacak. Mahlûkatın hiçbir hükmü yok. Allah de geç! Gayrısını bırak!
O zaman o nefesi koymuş, o nefesi alıyorlar. O zaman ruhu koymuş, o ruhtan ruh alıyorlar. O zaman o ilmi koymuş, o ilimden o ışıktan almışlar. Hepsini o zaman koymuş, koyduğundan alıyorlar.
Farz-ı muhal ki bana yasaklamış olsalar, bir tanesini ifşâ edemem. Onlara yasaklamamış, onlar da ifşâ etmişler.
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceğini bildirmiş, bildirdiği için ifşâ etmişler, zemin hazırlamışlar. “Gelecek, gelecek, gelecek...” dediler ve geldi, âlemleri nurlandırdı. Sonra nübüvvet ve risâlet kesildi, artık gelecek haberi yok.
Ondan sonra ise evliyâullah hazerâtı: “O gelecek!” dediler, kendilerinden sonra gelecek olan Hâtem-i veli’yi müjdelediler, geleceğini haber verdiler.
•
Abdülkerim-i Cîlî- kuddise sırruh- Hazretleri “El-İnsânü’l-Kâmil” adlı eserinin son bölümünde, velâyeti hatmedecek olan zâttan ve bu zâta verilecek olan makamdan bahsederek şöyle buyurmuştur:
“...Ayrıca Hitam makamı kurbet makamının nihâyeti için bir isimdir. Kurbet makamının ise nihayeti yoktur. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın nihayeti yoktur. Lâkin Hitam ismi, Kurbet makamlarının tümüne bir özettir.
Sözlerin özü; bir kimsenin ahâsılı Kurbet makamı olursa, o evliyânın hatmi olur; Hitam makamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekilidir.” (Cilt: 2, sh. 478-479. Çeviren: R. Göknar)
Farz-ı muhal ki kişi bir memlekete vardı, ayağını o memleketin toprağına bastı. Amma o memleketi bilmesi tanıması mümkün değildir.
Kurbiyet makamının nihayeti yoktur. Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olursun amma, Allah-u Teâlâ’nın nihayeti yoktur.
Bu nokta öyle bir makamdır ki; Resulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeriye girip kaybolduğu zaman, deryaya dalar gibi istiğrak haline bürünürdü. Sahv haline gelip ayrılmak istediği zaman Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemize:
“Bana kelâm et, konuş ya Hümeyra!” buyururlardı.
İşte bu nokta o makamdır. Fakat o onun tecelliyâtıdır. Başkasına tecelli etse, belki orada boğulur ve ayılamaz. Bu gizli bir noktayı size arzediyoruz. Bu ilmin ötesi yok. Özden bahsediyoruz, sözden değil; ilikten bahsediyoruz, kemikten değil.
O’nun bana ne zaman tecelli edeceğini, ne zaman göstereceğini, ne zaman öğreteceğini ben bilemem. Bildirdiği zaman, gösterdiği zaman, öğrettiği zaman bilmiş oluyorum. Aslı budur.
İşte bu noktada çok derin ve gizli bir ilim var. Değinilmeyen, bahsedilmeyen, nüfuz edilmeyen çok güzel bir ilim var. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kendisini kaybettiği yer de bu makamdır.
O anda arada hiçbir vasıta yoktur. Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a vardığı zaman kayboluyor, daha sonra kendisine gelmek için Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemize kelâm etmesini söylüyor. Yani o makamdan ayılabilmek için dışarıdan müdahaleye ihtiyaç hissederdi. Biz size işte bu son yeri tarif ediyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.
Şimdi mevzu açığa çıktı, burası öyle bir yer, öyle bir makamdır. Size bahsedilen bu ilim de o makamdır, o makamın ilmidir. Onun ilmini, onun âşinâlığını size söylüyorum.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayat boyunca yaptığı bir duâları şöyledir:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete intikal ederken de son kelâmı bu idi.
Hayat boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu.
Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş olamaz. Görecek ve bilecek ki O’nunla olacak.
O’nunla arkadaşlık ne demek? O içeride olup onu idare eder, sen O’nu göremezsin.
Farz-ı muhal ki bir tulum var, tulumu O idare ediyor. Herkes tulumu görüyor, içeride tasarruf edeni görmüyor.
Görünmeyen, bilinmeyen bir kişiyle arkadaşlık olmaz. Göreceksin, bileceksin, tanıyacaksın ki sana arkadaşlık yapsın. O sana duyuracak, O sana duyurmadıkça duyamazsın. Bu “Hakk’al-yakin” bir ilimdir, diğerleri ise “Ayn’el-yakin”dir.
Sen maskeden ibaretsin. O sana kendini duyuracak, O sana kendini gösterecek ve bildirecek ki bilmiş ve görmüş olasın. Hep O, hep O’ndan... Maskenin ne hükmü var, bir kağıt parçası. Senin kağıt parçasından ne farkın var? Senin masken etten, onu da halkeden O...
Hallac-ı Mansur -kuddise sırruh Hazretleri Hâtem’ül-evliyâ olan zâta işaret ederek şöyle söylemiştir:
“Allah kullarından bir kulu en büyük dostu yapmayı dilediği vakit; ona zikir kapısını açar, yakınlık kapısını ona aralar, onu Tevhid kürsüsünün üzerinde oturtur, sonra da ondan perdeyi kaldırarak, müşâhade yolu ile ona ‘ferdâniyyet’ i gösterir. O ‘ferdâniyyet’; yani ‘teklik’ evine girer, O’nun kibriyâ ve cemâlini keşfeder... Fâni olan (bu) kul, o an Hakk ile bâkî olur. Sübhan olan Allah’ın himâyesinde o, nefsin dâvâlarından uzak olur.” (Kitâbü’t-Temhîdât, sh. 68)
Bunun sırrını size arzedelim: Farz-ı muhal ki senin en yakın bir dostun var. Fakat Allah-u Teâlâ’dan daha yakın bir dost olamaz. Vallahi olmaz. O’nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter.
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânan verse, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder, bin canından da bin cânanından da vazgeçer. Görülmeyen Allah’a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte.
Bu ifşaatları açmaya kendimi lâyık görmüyorum, çoğunu onun için açmıyorum. Açık amma kapalı. Zâhirini anlıyorsunuz, orada kalıyorsunuz. Aslını bilmeniz mümkün değil. Çünkü O’nu bilmen için o olman lâzım, o işin Hakk’al-yakini olman lâzım.
•
Evliyâullahtan Abdullah-i Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerh-i Fusûs-il Hikem-i Bosnavî” adlı eserinde, Hâtem-i enbiya’nın ve onun kâmil vârisi Hâtem-i evliya’nın ilmi hakkında mühim izahlarda bulunmuş, bu ilmin ancak ümmetin bu iki Hâtem’inin kandilinden alınabileceğini beyan buyurmuştur:
“Bu ilim asaleten Hâtem’ür-rusül olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-inin ve onun vârisi olan Hâtem’ül-evliya’nın kandilinden verilmedikçe hâsıl olamaz.” (Sh: 447)
Onun vârisi demek; onun kademi demektir. Kademi demek o demektir, onun çorabı demektir, onun vardığı yere varmış demektir. Allah-u Teâlâ onu o esrâra mazhar etmiş. Feyiz çoraba iner, halk çoraptan alır. Çünkü çorap ondan ayrı değil, o çoraptan ayrı değil.
Bu ayrı bir husustur, mukarreb melekler dahi vâsıl olamaz.
Nitekim Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri “El-İnsanü’l-kâmil” isimli eserinde Hâtemü’l-evliya’nın makâmının, Resulullah Aleyhisselâm’a ihsan buyurulan Makâm-ı mahmud’dan başka bir şey olmadığını ve bu makama ondan başka hiçbir velinin erişemeyeceğini ifâde ederek şöyle buyuruyorlar:
“Her kim bu yakınlık makâmına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü’l-evliya olup, hitam (hatemiyet) makâmında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir. Çünkü bu yakınlık makamı, makâm-ı mahmud ve vesîle makâmıdır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır.” (El-İnsanü’l-kâmil, sh. 455. çeviren: A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu! Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan bahsetmiş; gerçek vuslattan, Hakk’a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm’a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir. Allah-u Teâlâ ona duyurmasa o bilebilir mi? Onlara duyurduğunu da ben size anlatıyorum.
“Kimsenin erişemeyeceği bir makam.” buyuruyor. Hâtem-i veli’ye ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
Nitekim Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli’ye verilecek olan makamın, kendisinden önce gelmiş hiçbir veliye verilmediğini beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ bu hâtm-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasip etmeyip, bu makamı bizden saklamıştır.”
Onu muttali kılmadığı gibi diğer velileri de kılmadığı açıklanıyor.
Saklanmış olan bir ilmi size açıklıyorum, bildiriyorum, duyuruyorum ve gösteriyorum.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbain)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif ettiği ilim işte budur. Bu Hadis-i şerif biliniyordu, zuhuratı bugün meydana çıktı. Saklı olan makamın sırları zuhur ediyor.
•
Bu sırların sırrı nereden husule geliyor? Size bunu açıklayacağım.
Hâtem-ül enbiya ve Hâtem-ül evliya mevzusunun en gizli sırlarından birisi, Muhyiddin-i İbnül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin; velilerin sonuncusu olan Hâtem’ül-evliyanın da Âdem toprak ile su arasında iken veli olduğu hakkındaki beyanlarıdır.
“Âdem çağından son Nebi’ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de nebilerden hiçbir fert yoktur ki ilmini sonuncu Peygamber olan Muhammed Aleyhisselâm’ın ışığından almış olmasın. Çünkü o hakikatı ile mevcuttur ve bu da Peygamber Aleyhisselâm’ın:
“Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim.”
Meâlindeki sözü ile sabittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebi olmuşlardır. Keza velilerin sonuncusu Hâtem-i evliya da Âdem su ile toprak arasında iken veli idi. Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah’ın Veli ve Hamid isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hale göre sonuncu Peygamber’in veliliği yönünden sonuncu veliye nisbeti Resul ve Nebilerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resullerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul’dür. Hâtem-i evliya ise irfanı aslından alan Vâris’tir. Mertebeleri müşahede eder. Ve o, şefaat kapısının fethinde Âdem oğlunun seyyidi ve cemâatin mukaddemi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtından bir hasenedir.” (Fusûsu’l-Hikem Çeviren N. Gençosman. Sh: 46)
İşte bu esrar-ı ilâhî o zamandan geliyor. O zaman lütfedilmiş, o zaman ihsan edilmiş, o kaynaktan geliyor.
Hakim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretlerinin temas ettiği ve memleketinden sürüldüğü nokta da burasıdır. Halk anlamadı, ilmi de yetmedi, o büyük veliyi memleketinden dışarıya sürdü. Amma Allah-u Teâlâ ona duyurduğu için sözünden dönmedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu yüzden sürülmedi mi? Onun getirdiği ilme, cahiliye dönemi halkının aklı ermedi, hidayete mazhar olamadılar ve Mekke-i mükerreme’den hicret etmeye mecbur bıraktılar. Oysa nur yerini bulunca yayıldı.
Resulullah Aleyhisselâm Hicret’e mazhar oldu, o da oldu.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın duyurduğunu buyuruyordu ve fakat halkın aklı ve ilmi yetmediğinden onu memleketinden sürdüler. Fakat onun nuru yayıldı, bugüne kadar devam etti. Bütün evliyâullah da onu tasdik etti, böyle olduğunu biz de anlamış olduk.
Allah-u Teâlâ’nın o zâtı ne kadar âli kıldığını bugün görmüş oluyoruz. O gün ona söylenmiş, bugün gösteriyor ve biz bugün onu tasdik ediyoruz ve takdir ediyoruz, ruhunu şâd ediyoruz. “Bin küsür sene sonra beni anlayan oldu” Kim anladı? O anladı ve açığa vurdu.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerine:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i sorulduğunda, bunun sırrını fakirin açacağını ifade etmişti, bunu o zaman biliyordu.
Bu Hadis-i şerif’in sırrı 57. Sohbet’te açılmıştır.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bin küsür sene önce fakire bildireceğini bildirmiş, biz de bin küsür sene sonra onun durumunu müşâhede ettik ve ortaya koyduk. Fakat burada şaşılacak ne var?
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Allah’a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur.” (260. Mektup)
Ve size bunları anlatırken Allah-u Teâlâ bir nohut kabuğu kadar bana bir varlık vermiyor, her türlü varlıktan ve değerden uzaklaştırmış. Onun içindir ki çok rahat konuşuyorum. Niçin? O’nun varlığını gördüğüm için, O’ndan gayrı hiçbir varlığın hükmünün olmadığını da bildiğim için... Bunun sırrı budur. Rabbime sonsuz şükürler olsun.
Her zaman şöyle deriz:
“Rabbim! Beni bir damla nutfeden yarattın, hükümsüz ve değersizim. Ya Rabbi! Beni o nutfede bırakma, onu kurut, üfle, zerresi dahi kalmasın, senin varlığına gölge olmasın.”
O zerreden dahi korkuyorum, o zerre dahi varlıktır. Rabbim kurtarsın!
Bir kabuk kadar bir değerim olmadığını hem biliyorum hem görüyorum. Allah-u Teâlâ lütfetmiş, bu O’nun lütfundan başka hiçbir şey değil.
•
“Tabâkâtüs’s-sûfiyye” isimli eserin yazarı Ebu Abdurrahman es-Sülemi -kuddise sırruh- Hazretlerinden nakledildiğine göre şöyle buyurmuştur:
“Hakîm’i, Tirmiz’den sürdüler. Onu küfürle damgalayıp oradan çıkardılar. Bunun sebebi de ‘Hatm’ül-velâye’ kitabını ve ‘İlelü’ş-şeria’ kitabını tasnif etmesidir.
Ona: ‘Peygamberlerin hâtemi olduğu gibi velilerin de bir hâtemi bulunduğunu, Peygamber Aleyhisselâm’ın:
‘Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları hâlde, peygamberler ve şehidler o kimselerin Allah katındaki derecelerine gıpta edecekler.’ (Ebu Dâvud)
Buyurduğunu delil gösterip, velâyetin nübüvvetten üstün olduğunu söylüyormuşsun!’ dediler.
O da: ‘Onlarda bir üstünlük bulunmasaydı gıpta etmezlerdi.’ dedi. Belh’e giderek, ancak oradakilerin kendisine muvafakati sebebiyle kabul gördü.” (Tabâkâtü’s-sûfiyye, c.2, sh: 245)
•
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsü’l-Hikem” adlı eserinde en ince bir sırra temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller’den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın mişkâtından görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i velinin mişkâtından (kandilinden) görürler.”
Yani ya Hâtem-i enbiya’dan görür, ya da Hâtem-i evliya’dan görür. Çünkü Allah-u Teâlâ bu nuru bu ikisinin kandilinde koymuş, başka değil.
“Hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velilerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya mişkâtından alırlar.
Şu hale göre onlardan aşağı mertebede bulunan veliler nasıl olur da o kaynaktan almazlar.” (Fusûsu’l-Hikem. Sh: 43-44)
Çünkü veli olduğu için, o nurdan vekâletini alıyor. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, öyle koymuş, murad-ı ilâhi öyle. Kime ne verirse! Hangi kandile nasıl akıtmışsa, nasıl tecelli etmişse öyle olur. Onun içindir ki size ifşâ edilen bu sırları inkâra kalkışmayın. Bu bir esrâr-ı ilâhidir.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
“Sen bilmezken (Rabbin) seni doğru yola eriştirmedi mi?” buyuruyor. (Duhâ: 7)
İşte bu şekilde oluyor. Hep O, hep O’ndan... Başka bir şey yok.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
İşte bunlar hep o Kandil’den geliyor.
O nur sayesinde, o nur ışığından görebiliyor ve seyredebiliyor. “Bu budur!” diyor, o nur sayesinde sezebiliyor.
Bunun da sırrını Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında açıklamıştır:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Füsûs-ül-Hikem)
Burada vasıta kalmıyor. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra Cebrâil Aleyhisselâm vahiy getirmeyeceğine göre Hâtem-i veli’ye ezelden verilen nurdan alıyor, istifade ediyor. Velev ki peygamber dahi olsa. Çünkü peygamberler nübüvvet sahibi oldukları gibi velâyet haline de sahiptirler, yani aynı zamanda velidirler.
Velidir amma Hâtem-i veli’ye verilen onun velâyetine verilmemiş. Bu noktaya çok dikkat edin, bu hususu kavrayan, bu mevzuyu kavrayabilir.
Bunun mânâsı:
Hâtem-i veli’nin velâyetine verilen, peygamberin velâyetine verilmediği için, peygamberin velâyeti o mişkattan alıyor demektir. O peygamberin velâyeti o nura muhtaç. Niçin? Hâtem-i veli’ye verildiği için.
•
Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kitâbü’l-Fukûk” isimli eserinde Hâtem’ül-evliyâ ile Hâtem’ül-enbiyâ arasındaki şer’î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
“Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-rüsul’ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtem’ür-Rüsul’e onu aksettirdiği yerden, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtem’ür-rüsul ile denkleşir.” (Kitâbü’l-Fukûk fî Müste’nedâti Hikemü’l-Fusûs, sh. 31)
Size bunun sırrını açayım. Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a varıldığı zamanı, kişinin kaybolduğu zamanı size arzetmiştik. Ne lütfederse, ne ihsan ederse ve ne murad ederse orada veriyor. O oradan alıyor. Çekecek ki söyleyecek, söylediğini sana bildirecek. Amma sana söylerken de kimse duymayacak, kimse bilmeyecek. Bu ise harfsiz hurufatsız olur. Onun için yanyana olacak ki, O buyuracak, sen anlayacaksın. Bu makam o makamdır, mukarreb meleğin dahi sokulamayacağı makamdır. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Elhamdülillâh... Allah-u Teâlâ bir nohut kabuğu kadar değer verdirmediği için, hepsi O’nun ve O’ndan... Söyleyen O, maskeyi söylüyor gibi gösteriyor. Nur’u koyan O, ışığı koyan O, tecelliyat O’nun, ihsan ve ikram O’nun, hepsi O’nun... Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.
İşte bu sır bundan ibarettir. O akış olmasa bu kitaplar olur mu? O ihsan ediyor, O ikram ediyor, O veriyor, şahıs arada sadece bir kabuk kalıyor.
•
Bin küsür sene evvel Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatm’ül-evliya” adlı kitabında Allah-u Teâlâ’nın bu fakire ihsan ve ikram edeceği lütufları izah ve ifşâ ettiği için: “Sen onu peygamberden üstün yaptın.” diyerek, o zamanın ulemâsı onu memleketinden sürdüler. İşte bu sırra vâkıf olamadıkları için sürdüler. Allah-u Teâlâ onu mazhar etmişti, diğerlerinin ise akılları ve ilimleri yetmedi.
Ben de diyorum ki:
“Eğer size birçok şeyleri ifşâ edip açıklasaydık, bu zamandaki âlim diye geçinen câhil kimseler, bizi dünyanın dışına atmaya kalkarlardı.”
Çok ince bir sır. Bu noktayı kavradığınız zaman, Cenâb-ı Hakk murad ederse, birçok sırrı kavramış olursunuz. Zira bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır.
Onun ne kadar büyük bir zât-ı muhterem olduğunu diğer evliyâullahın ifşaatlarından anlıyoruz. Onlar da aynı noktaya temas etmekle izah ediyorlar.
•
“Câmî” adlı eserde Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerinin, Hakîm-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretlerini büyük bir veli olarak tanıdığı ve zaman zaman onun ruhâniyetine teveccüh ettiği nakledilmektedir.
Öyle âlî bir zât idi ki Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri dahi ondan istimdat ediyordu.
Allah-u Teâlâ’nın bir sevgilisiydi. Esrâr-ı ilâhînin mazharı idi. Onun o günkü ifşaatlarından bugün hakikatı anlıyoruz. Allah onun ruhunu şâd etsin. Bu Zât-ı muhterem’in ve ifşaatlarda bulunan bütün Zevât-i kiram’ın ruh-u şerif’lerine Fâtiha-i şerif okunmasını istirham ediyorum.
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerinin memleketinden sürülmesi; ona Allah-u Teâlâ’nın duyurmasından, halkın da ilminin ve aklının yetmemesinden ötürüdür. Fakat diğer velilerin ifşaatlarına baktığımız zaman, aynı noktaya geldiği görülür. Bu zât-ı muhteremin büyüklüğünü idrâk ediyoruz ve böyle olduğunu da teyid ediyoruz. Bin küsür sene önce söylemiş, ne kadar büyük bir zât olduğu bugün meydana çıkmış oluyor.
•
Gerek Saîdüddin-i Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri ve gerekse Dâvud-ı Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Hâtem-ül evliya hakikatte Hâtem-ül enbiya’dan başka birşey değildir.” buyurmuşlardır.
Bu zâtlar çok gizli bir hususu tarif ediyorlar. Nedir bu? Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, öyle olmuş. Demek ki ondan ayrı-gayrı değil.
Şöyle deriz: Vallahi lâyık olmadığımı çok iyi duyurdun, biliyorum. Amma senin lütuf ihsanını da görüyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
Bunun sırrını arzedeyim:
Farz-ı muhal ki bir vasıta var, amma o vasıtayı kullanacak şoföre ihtiyaç vardır.
Hâtem-i veli vasıtadır, kullanan ise Resulullah Aleyhisselâm’dır. O onda tasarruf ediyor. Onun idaresi onun elinde değil.
Benim bir gün bile tahsilim olmadığı halde, bu kadar icraatlar oluyor, bu olacak şey mi?
Demek ki onu vasıta olarak kullanıyorlar, aslında tasarruf onların elinde.
Bu zevât-ı kiram’ın: “Aralarında hiç fark yok.” dedikleri sır işte burasıdır.
O onun kademidir. O aynı zamanda onun musluğudur. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm gitti amma musluğu duruyor.
Nitekim Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz imân ediniz.” (Fusûs’ül-Hikem şerhi, sh: 215)
“Yine geldi” , musluk açıldı...
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbat” adlı eserinin “260. Mektub”unda Hâtem-i veli’den bahsederken şöyle buyurmuştur:
“Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.
Kararmış olan âlem onun zuhur nuru ile aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.”
Allah-u Teâlâ onda öyle tecelli etmiş, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi “Nur saçan kandil” mânâsına gelen “Sirâc-ı münîr” yaptığı gibi, ona da Resulullah Aleyhisselâm’a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihâta etmiştir.
Çünkü o “Rahmeten Lil-âlemin”in musluğudur. Allah-u Teâlâ musluğu onun eline vermiş, açtığı zaman âlemler o rahmetten istifade ediyor.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyururlar ki:
“Tâ arşın çevresinden yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve mârifet gelen herkes, elde edeceğini ancak onun yolu ile elde eder, ondan istifadesini yapar, herkes ondan feyz alır.” (260. Mektup)
Allah-u Teâlâ böyle murad etmiş. İşte bu Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. O nuru o taşıyor. Fakat bunu hep söylüyoruz, “İşi gören Kudsî ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur.” diyoruz, bunu kimse anlamıyor.
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmaktadır:
“Onun peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder.” (Gülşen-i Râz)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurunu taşıyan, umuma hayat veriyor. O da bir “Sirâc-ı münir”dir. Onun nurunu taşıdığı için dünyaya değil âlemlere şâmildir. Maskede hüküm yok, hüküm Hazret-i Allah’ındır.
Sahibim öyle murad etmiş, vallahi bir nohut kabuğu kadar varlık yaşatmamış ve beni öyle tutuyor. Bunun delilini mi istiyorsunuz?
İmam-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“O derya donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz.” buyururlar. (260. Mektup)
Bunun sırrı budur. Tabii ki bunları da açmam mümkün değil. Donup kalmış, Allah-u Teâlâ onu dondurmuş. Allah-u Teâlâ ona öyle bir mahviyet bahşetmiştir ki, bütün bu haller, bu vasıflar onun için hiç görülmez, övünmeye şâyan olmaz. Hakk’ı görüyor, Hakk’tan olduğunu görüyor. Kendisinin hiç olduğunu bildiği için, en küçük bir varlık verilmediği için donup kalmıştır.
Yediyüz küsür sene önce yaşamış olan Abdürrezzak-ı Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûs’ül-Hikem”deki gizli mânâları açmak üzere “Şerh’ül-Kâşânî alâ Fusûsü’l-Hikem” adında bir de şerh yazmış, eserinin 34. sayfasında, Hâtem-i velî’nin ilmine işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
“Bütün Resuller bu ilmi eğer Hâtem’ür-Rüsul olan zâttan elde ediyorlarsa, Hâtem’ül evliya olmak hasebiyle bu zât dahi onu kendi Sırr’ının mişkâtından almaktadır. Öyle ki bütün Resuller ile bütün veliler nûrlarını en sonunda Hâtem’ül-evliya’dan almış olurlar.”
Niçin? Onun kademi olduğu için.
Bu zât-ı muhterem de Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerinin beyanlarını teyid ediyor. Onun içindir ki, siz bu mevzular karşısında şaşırmayın, bocalamayın.
Üçyüz sene kadar önce yaşayan, tasavvuf tarihinin en seçkin simâlarından biri olan ve ikiyüze yakın eseri bulunan Abdülgâni Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri “Cevâhirü’n-Nusûs” adlı eserinde, velâyet ilimlerinin alındığı asıl kaynak olan Hâtem-i velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 36)
Hazret eserinde:
“Âdem su ile toprak arasında iken ben beygamber idim.”
Hadis-i şerif’inin tefsir ve izâhını yaparken, mevzunun bir noktasında, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliya da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 38)
Bu ilâhî bir lütuftur, beşere âit değildir. O zaman verilmiş, o zaman lütfedilmiş, bütün bu sırlar işte oradan geliyor.
Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram’a neler göstermiş, gördüklerini kaleme almışlar.
Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem Şerhi”nde, Hâtemü’l-evliyâ’yı:
“Zâtiyyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran zât...” olarak vasıflandırmıştır. (Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bâlî, sh: 39)
“Hazret-i Allah’a âit olan gizli sırları ifşâ eden.” mânâsına gelir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem’ül-evliyâ olan zât hakkında velilerin imamı ve reisi mânâlarına gelen “İmam’ül-velâye” ve “Reis’ül-velâye” tâbirlerini kullanıp, onun “Peygamberliğe çok yakın bir makamda olduğuna” dikkati çekmiştir. (Hatmü’l-evliyâ, sh. 367)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem’ül-evliyâ olan zâtın, Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü ile yürüyeceğini bin sene öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Hâtem’ül-evliyâ, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda, onun nübüvveti ve Allah’ın mührü ile yürür.” (Sîret’il-Evliyâ, sh: 110; Hatmü’l-evliyâ, sh: 421-422)
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu bir tek kelime ile söylüyor ve: “Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyuruyor. (260. Mektup)
Onu Allah-u Teâlâ yürütür.
Rabbime sonsuz şükürler olsun, Nur’una da sonsuz salât-ü selâmlar olsun!
Muhterem kardeşlerimiz!
Sohbetimiz burada nihayete ermiştir. Bundan sonra yapacağımız birkaç sohbetimizde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Allah katındaki değerini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında arzetmeye çalışacağız inşaallah-u Teâlâ.