Bu sohbet 30 Zilhicce 1421,25 Mart 2001 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Günümüzde çok büyük bir cahiliyet hüküm sürmektedir. Allah-u Teâlâ’nın gadabına mucip olan bütün günahlar işlenmekte, her türlü kötülüğün anası bu devirde mevcut bulunmaktadır.
Geçmişte helâk olan eski kavimler bollukta ve zevk sefada iken belâlara, âfatlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları azgınlıkların bugün hepsi yapılmaktadır. Dünyaya aşırı muhabbet bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş.
Haram-helâl bilinmiyor, günaha sevaba aldırış edilmiyor, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar alabildiğine çiğneniyor. İnsanlar Hakk’tan kopmuşlar, bâtıla sarıldıkça sarılıyorlar. Kumarın her türlüsü oynanıyor. Fuhuş alenen yapılır hale gelmiş, gayr-i meşru hayâsızlıklar yaygınlaşmış.
Öyle kadın var ki imanını, dinini, namusunu seve seve verir. Diğer taraftan öyle kadın da var ki, gerek namusunu gerek imanını kurtarmak için seve seve canını verir.
Bu sohbetimizde;
“Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir.” (Zâriyât: 55)
Âyet-i kerime’si mucibince, bu hususta bazı hatırlatmalarda ve öğütlerde bulunacağız.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkan öğüt alacak, bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.” (A’lâ: 10-11)
Din nasihatla kaim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
İman edenlerin unutmamasına, gaflete düşmemesine, imanlarının kemâlleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerini öğrenmesine sebep olur.
Allah için birbirini seven kimselerin Allah katındaki derecelerini arzederek mevzuya başlıyoruz.
İslâm dini kardeşlik dinidir. Müslümanlar ana-baba kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup ahirette de devam eder.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler kardeştirler.” buyuruyor. (Hucurat: 10)
Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla hayale gelmeyen dereceler verir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları hâlde, peygamberler ve şehidler o kimselerin Allah katındaki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı hâlde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
Andolsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nur saça-cak, bütün vücutları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.” (Ebû Dâvud)
Ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerin ahiretteki mükâfatları insan idrakinin üzerinde bir lütuftur.
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hal ve ahvallerini anarlar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Biz onların gönüllerindeki kinleri çıkarır atarız. Artık onlar kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr: 47)
Cennetliklerin kalplerinden kin ve düşmanlık, buğz ve haset gibi ahlâk-ı zemimelerin hepsi silinip yerini muhabbet alır. Birbirlerine sadakatle bağlı birer kardeş olarak sohbet ederler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır.” (Yâsin: 55-56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmeyen güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır. Bütün arzuları yerine getirilir.” (Yâsin: 57)
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Cennetliklere son derece kıymetli ve değerli, rengârenk elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde “Normal ipek” mânâsına gelen “Harir”den bahsederken, ipeğin de çeşitlerini beyan etmiştir:
“İnce dibâdan, kalın dibâdan yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar.” (Kehf: 31)
Mukarreb olanların elbisesine gelince;
Onlar Âyet-i kerime’lerle işlenmiştir. Elbiseleri giydikleri zaman o Âyet-i kerime’ler nur gibi parlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın boyasına boyanmıştır.
Onlara Âyetullah denir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an, kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Bu Rabbâniler hayatları boyunca ahkâmı yaşadılar ve yaşattılar. Ahkâm-ı ilâhi’den ayrılmadıkları için bu onlara ilâhî bir mükâfattır.
Şöyle bir temsil verelim: Kâbe-i muazzamanın örtüsü, üzerinde örtülüdür. Ve fakat onun üzerine Âyet-i kerime’lerin sırma ile yazılıp işlenmiş olması, onun değerini kat kat artırır.
Mukarrebler bu şerefli cennet-i alâ’nın en şereflilerindendir.
Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî’sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
“Çok merhametli bir Rab olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yasin: 58)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Teâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeyler demektir. Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (Müminun: 8)
Emanetin çok geniş mânâsı vardır. İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir. Maddî ve mânevî sıhhat ve âfiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi gerekir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikatı anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Hadis-i şerif’lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise kıyamet alâmeti olarak “Emanetin ganimet bilineceği” beyan edilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1294)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine haber vermiştir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzab: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslûp ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edeceği; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“-Haberiniz olsun ki, ilerde (Karanlık gece kıtaları gibi) bir takım fitneler zuhur edecektir.”
“-Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?” denildi.
“Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an’dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah’ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah’a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:
‘Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur’an dinledik. O Hakk’a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık iman ettik.’ demişlerdir. (Cin: 1-2)
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur.” (Tirmizi)
Münafıklığı müdafaa eden kimse münafıktır. Münafıkla gizli işbirliği kuran bir kimse, o da münafıktır.
Münafıklığın iç durumu:
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz’anı da, ameli de herşeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Bu beş düşmanın en büyüğü olan nefis yedi başlı bir ejderdir. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir.” buyuruluyor.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî)
Allah’tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
“Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
“Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile.” (A’raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 661)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde namaz kılmayan ve şehvetlerine düşkün kimselerin türediğini ve türeyeceğini beyan buyurmuştur:
“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem: 59)
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Şeytan ismi Âyet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var mıdır?” dedi.
Buyurdu ki:
“Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Hakk ve Hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfal: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Bir münafık münafıklarla olduğu zaman; “Bakınız ben de sizinleyim, sizi seviyorum.” der. Gerçekten de bu beraberlikleri öyledir. Dinini, imanını ve namusunu sergiler, çırılçıplak kalır. Münafıklar ondan kuvvet kazanır. İstifadenin her türlüsünü ondan temin eder, gerçek sırrını alır. O da namusunu, dinini ve imanını verdiği için, bunu kimsenin bilmediğini zanneder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
“İyi bilin ki onlar, içlerindekini ondan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Hud: 5)
İşte bunlar insanların en şerlileridir. Daha evvel vezir iken, şehveti yüzünden rezil olur.
Müslümanlara hemen perdenin diğer tarafından görünür. Giyinmiştir, kuşanmıştır. Örtülmüş olarak müslümanların karşısına çıkar. Münafık olan adam da İslâm kisvesine bürünür, müslümanların ön safında görünür. Nasihatler eder, faydalı imiş gibi görünür. O bu durumu ile gerçekten hem İslâm’la alay eder, zayıf düşürür, hem de müslümanların sırlarını münafıklara taşır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır.
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.” (Tevbe: 66)
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.” (Tevbe: 67)
Kendisinin bilinmemesi için İslâm’ın ön safında görünür. Hakiki müslümanları çok müşkül duruma sokar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sözleri seni üzmesin. Şüphesiz ki biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliriz.” (Yâsin: 76)
İçlerinde ne gibi düşmanlıklar, bâtıl düşünceler beslediklerini; dilleriyle neler söylediklerini, İslâm’a karşı ne gibi melânetler yapmak istediklerini bütünüyle biliriz ve onları buna göre cezalandırırız.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Halbuki insan Yaratan’a karşı çıkmak için değil, O’na kulluk etmek için yaratılmıştır. Câhil ve gafil her insanın durumu işte budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Allah-u Teâlâ dilediğine dilediği kadar kendi sırrından bildirir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” buyurmaktadır. (Bakara: 255)
Meselâ bir kadının iki yüzü vardır. Bir yüzüne bakarsınız hayran kalırsınız. “Ne kadar takvâlı, ne kadar dindar, ne kadar güzel irşad ediyor, ne kadar zarif, ne kadar güzel konuşuyor!” dersiniz.
Diğer yüzü ise Allah-u Teâlâ’nın hakikatı bildirdiği kimseleri hayrete düşürür. “Bunu da mı bu kadın yaptı?”
Şehveti için imanını, dinini, namusunu seve seve verir.
Diğer taraftan öyle kadın var ki; kendisinden hiç ummadığın halde gerek namusunu, gerek imanını kurtarmak için seve seve canını verir, imanını da kurtarır. Bu yüzden şehit olarak gider. Bu kadın da cennet halkının şereflilerindendir. Hurileri dahi hayrette bırakır. Böylece ebedî saâdet ve selâmete kavuşmuş olur.
Şehit olarak Hakk’a vâsıl olduğu için, onun güzelliği ve itibarı o kadar büyük olur ki cennet ehlini hayrette ve hayranda bırakır.
•
Dinimiz evlilik dışı münasebetleri haram kılmıştır. Çok çirkin bir fiil olup, şiddetle yasaklanan büyük günahlardan birisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Âyet-i kerime’de “Zina etmeyiniz!” denilmiyor da: “Zinaya yaklaşmayınız.” şeklinde emir veriliyor. Çünkü insanı tahrik ederek zinaya götüren şehvet duygusundan ve tehlikelerden emin olmak ancak zinaya yaklaşmamakla mümkün olur. Yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
Bunun içindir ki dinimiz zinayı haram kılarken ona götüren bütün hal ve hareketleri şiddetle yasaklamış, zina kapısını kapatmıştır. Bu kapalı kapıdan içeri girenler hakkında ilahi hükümler son derece ağırdır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (En’am: 151)
Buyurmuş, adam öldürme fiilini zina fiili ile anarak yasaklama getirmiştir. Çünkü zina da aslında nesli öldürme niteliğindedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer.” (Camiüs-sâğir)
Zina öyle bir hayâsızlıktır ki neticesinde nesep bozulur, nesiller soysuzlaşır, iffet ve namus kalkar, içtimai ve ahlâki bir takım fitneler husumetler başgösterir. Aile, hısım akraba bağları kopar. Birçok hastalıklar salgın halinde halkı yok eder.
Nitekim Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bir memlekette zina ve faiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir.” (Taberâni)
“Zina gibi fuhşiyâtın zuhuru, yerin sarsılmasını mûcib olur.” (Camius-sağir)
Şu hususu da hatırlatmak yerinde olur ki:
Zelzeleden çok büyük ibret alacağımız yerde çok büyük isyanlar husule geldi. Bunun için helâkımızın nasıl olacağını düşünüyorum.
Ahiretteki cezalarına gelince:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac’a çıktığında önlerine sofra kurulmuş, üzerine en güzel yemekler ve kebaplar konmuş bir kavim gördü. Onlar ise o güzel yemekleri bırakıp etrafındaki pislikleri yiyorlardı. Cebrail Aleyhisselâm bunların nikâhlı eşlerini bırakıp da harama giden zinakârlar olduğunu söyledi.
Yine Miraç gecesinde göğüslerinden ve ayaklarından baş aşağı asılmış kimseler görmüş, Cebrail Aleyhisselâm bunların da zina eden ve çocuklarını öldüren kimseler olduğunu haber vermiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz zina eden kimselerin vücudu kıyamet gününde ateş kesilir, fırın gibi alev alır parlar.” (Camius-sağir)
•
Münafık; velev ki İslâm dininin en büyük düşmanları olsa, münafıklar ve kâfirler de olsa, onlara sır verir. Gerek münafıkları, gerekse kâfirleri dost edindiği için, onlara yaranmak için bu işi yapar. Bu sebepledir ki münafıklar kuvvet bulur. Bunlar Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve müslümanlara en büyük zararı vericidirler.
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Bu gibi zinakârların sebebi ile âilelerde çöküntü başlar, memleketin felâketi için gadâb-ı ilâhi’ye vesile olur. Nitekim bunların bazı sırları ifşâ edilir de bilinir. Bildirildiği kadar bilirler.
Hele livata gibi bir fenalık yaygınlaşırsa artık her türlü felâket beklenebilir. Âilelerin dağılmasına ve çökmesine, memleketin zevaline sebep olur.
Dinimiz bu sapıklığı zinadan daha çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş ve şiddetle yasaklamıştır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim için için en çok korktuğum şey, Lut kavminin amelidir.” (Tirmizî: 1457 - İbn-i Mâce: 2563)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu gibi kimseleri yerin bile kabul etmeyeceğini haber vermişlerdir:
“Ümmetimden Lut kavminin fiilini işleyerek ölen kimseyi Allah, cesetlerini Lut kavminin yanına nakledip onlarla haşreder.” (Câmiüs’sağîr)
Lut Aleyhisselâm’ın kavmi de bu ahlâksızlıkları sebebiyle helâk olmuşlardı. Memleketleri altüst olmuş, başlarına taşlar yağmıştı.
Lut Aleyhisselâm, kavmini şöyle ikaz etmişti:
“Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?
Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz çok aşırı giden bir kavimsiniz.” (A’raf: 80-81)
Daha önce hiç kimsenin yapmadığı, hatırına bile getirmediği bu suçu nihayet Sedum halkı işlemişti.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, onda yer alan meseleler asıl itibariyle geçmişi anlatmakla beraber, nâzil olduğu zamana ve geleceğe de parmak basmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Lut kavminin kötü fiilini işleyenlere Allah lânet etsin.” (Ahmed bin Hanbel)
Binaenaleyh livata işleyenler murdardır. Bu kimseler denize düşse denizi kirletir. Eli ile dokunulan birşey yenmez. Domuz gibi murdar olur.
Bu durumlar daha dünyada iken muhakkak ki Allah-u Teâlâ’nın gadabına, ilâhi cezâsına vesile olduğu gibi, bu gibi kişiler bu cezâdan, bu azaptan kurtulmak için bir canı değil, bin tane canı olsa fedâ etmeye râzı olur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de; bu sapıklığı yapanlar çoğaldığı zaman Allah-u Teâlâ’nın, halkın üzerinden himayesini kaldıracağını, nerede helâk olurlarsa olsunlar mühimsemeyeceğini beyan buyurmuştur. (Taberânî)
Kadınlara arka uzvundan temas etmek de livatadır, şiddetle haramdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadına arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyamet günü) rahmet nazarı ile bakmaz.” (Tirmizî: 1165)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kadına arka uzvundan temas eden kimse melundur.” (Ebu Dâvud: 2162)
•
Şu kadar var ki bu böyle devam etmeyecek, gün gelecek yollar ayrılacak.
Mahkeme-i kübrâ’da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!” buyurur. (Yâsin: 59)
Münafıklar ve kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salâhiyetleri yoktur.
“O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.” (Şûrâ: 7)
Şimdi ise herkes âkıbetine doğru gidiyor.
“İşte bu size vaad edilen cehennemdir. İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!” (Yâsin: 63-64)
Ceza olarak Allah-u Teâlâ’nın onları zillet içinde hor ve hakir olarak bırakması kafidir.
•
Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak. Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri, beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi organları kendilerini rezil eder.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin: 65)
Nitekim Zilzâl sûre-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere yer dahi kişinin yaptıklarını bir bir haber verip şahitlik eder.
“İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzâl: 4-5)
Münafıklar iki yüzlü oldukları için Allah-u Teâlâ ile dahi alay ederler.
Allah-u Teâlâ da bu gibilerle şöyle alay eder. Onlara cehennemde çıplaklığını örtmek için katrandan elbiseler giydirir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.” (İbrahim: 50)
Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis pis koksun.
Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.
“Bu, Allah’ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir.” (İbrahim: 51)
Ateş onları elbisenin bedeni sarışı gibi saracak, orada onlara cüsselerine göre üzerlerinde alev alev yanacak elbiseler giydirilecektir.
Bu şekilde mütemadiyen yanarlar. Bir elbise yandıkça ikinci bir elbise giydirilecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Müminler cennetlerde safalar içinde yaşarlarken, cehennem ehli pişmanlıklarına pişmanlık katmaktan hiç de geri kalmazlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yüzleri ateşte çevrildiği gün: ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler.” (Ahzab: 66)
Elden kaçırdıkları fırsatları düşündükçe hep aynı şeyleri söylerler, hep aynı temennide bulunurlar, fakat kendilerinden hiçbir mâzeret kabul edilmez, çünkü hiçbiri de geçerli değildir.
“Onlar orada: ‘Ey Rabbimiz! Bizi çıkar! Yaptıklarımızdan daha hayırlı işler yapalım.’ diye bağrışırlar.” (Fâtır: 37)
İnkârlarına karşılık iman etmeyi, isyanlarına karşılık da itaat etmeyi gönülden arzu ederler. Bunun için de kendilerine bir defacık olsun fırsat tanınmasını isterler.
Halbuki Allah-u Teâlâ çok iyi biliyor ki, onları dünyaya göndermiş olsaydı; yine yasakladığı şeyleri yaparlar ve muhakkak ki yine gerçekleri yalanlarlardı. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine çağrıldıklarında, O’nu inkâr ettiler ve şirk koştular.
Bu sebeple Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“O zaman onlara şöyle deriz: ‘Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti.’ (Fakat inanmadınız).” (Fâtır: 37)
Hakikatı görüp ondan istifade edecek kadar belirli bir ömürle insanları dünyada yaşattığı halde, onlar Hakk’tan yüz çevirdiler. Daha sonra da başlarına gelen bu felâketlere maruz kaldılar.
Allah’ımız şiddetli kıştan önce odun ve kömür almanın lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi; kabrin karanlığını görmezden önce onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp kavrayabilecek ahiret aklını da cümlemize ihsan buyursun.