Bu sohbet 30 Şaban 1421,26 Kasım 2000 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu sohbetimizde Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i enbiyâ olan Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Ashâb-ı kiram’ını ümmetlerin en kıymetlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ilk devirlerde yaşayan müslümanlarla son devirde gelenlerin içlerindeki en faziletli olanlarını haber vermiştir.
Ezcümle;
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Hadis-i şerif’indeki gerçek, ayrı mânâlarla izah edilecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Naim bin Hammad’ın Ka’b’dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’lerinde ikinci bin senenin içinde en faziletli olan üç şahıstan birisi hakkında şöyle buyurmuştur:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fî Ahbâr’il Mehdi, sh: 99, Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif’tir.)
İkinci bin yılın fazileti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’i ile tarif ettiği bayraklıların çıkması ile başlıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mucize Hadis-i şerif’i ile bayraklıların başına geçecek olan zâtın, Mehdi Hazretleriyle münasebeti olduğunu haber vermişler; onun çıkış alâmeti olduğu gibi, ilk iman kurtarma cihadını başlatacağını da ifşa etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’ın tazeliğini getirmek için bu ilmi bugün indirdi.
Muhyiddin-i İbn’ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûs’ül-Hikem” isimli eserinde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda şöyle buyurmaktadır:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Sh: 45)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hakk’tan alıyordu, o da Hakk’tan alıyor. Hâtemlik bitiştiği gibi devirler de bitişiyor.
Hâtem-i enbiya böyle olduğu gibi, Hâtem-i veli de böyledir. İkisi de ümmî. Doğrudan doğruya Hakk tarafından gönderildiklerine en büyük alâmet.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi “Nur saçan kandil” mânâsına gelen “Sirâc-ı münîr” yaptığı gibi, Hâtem-i veli’de de tecelli etmiş, ona da Resulullah Aleyhisselâm’a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “260. Mektub”unda:
“Kurumuş olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.” buyurmuşlardır.
Size bunun sırrını açayım:
Bütün kâinat perdeden, çadırdan ibarettir. Aslında hep O’dur. Mahlûk da bir perdedir. O, mahlûkta da tecelli ettiği zaman öyle olur, O tecelli eder. Sahnede mahlûk görülür, o nur mahlûkta olur. O tecelli edecek ki, o hâl onda zuhur etsin.
“Sirâc-ı münîr” de nur, o nur Resulullah Aleyhisselâm’da tecelli ediyor. Herkes Resulullah Aleyhisselâm’ı görüyor, nuru kimse göremiyor. Bu böyledir.
“Ben bir kabuktan ibaretim, içimde O var.” derken bu sırrı ifade etmek istiyoruz.
Farz-ı muhal ki fenerin içinde mum yanıyor. Mumu çektiğin zaman fener yanar mı? Yanmaz, fener olarak kalır. İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ nurunu koyduğu zaman “Sırâc-ı münîr = Nur saçan kandil” oluyor. O nur O’nun nurudur. Koyduğu zaman nur saçıyor, çektiği zaman kandil olarak kalıyor.
İşte Hazret-i Allah budur. Hep O’dur, yaratıklarda hiçbir şey yoktur. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır. O’ndan başka bir şey görmüyorum ki, başka bir şey tarif edeyim. O’nu gördüğüm için O’nu tarif etmeye çalışıyorum. Tarifi mümkün değildir.
•
Bu noktada size bir sır ifşâ edeyim:
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Onun nuru ile hidayete erenlerin ve onun istemesi ile yükselenlerin bu kazançlarını bilmeleri de gerekmez.” (260. Mektup)
Onları Allah-u Teâlâ yetiştiriyor da kimse bilmiyor. Bu yol mahviyetle kâimdir. Büyük velilere çok şey bildirilmiş, amma o çok şeylerin içinde çok büyük tehlikeler de var.
Mahviyetle yürüyende tehlike yok. Çünkü cebinde parası yok ki benim param var desin. Yok çünkü. Hiç parası yok amma, Var’ın tecelliyatı var.
Allah-u Teâlâ onları her türlü varlıktan soymuş, kendi varlığı ile yetiştiriyor da kimse farkında değil. Bu ise hâlisâne olarak sülûk edenlere, bağlılık ve sadâkat gösterenlere aittir.
Müridânı O yetiştirdiği gibi, lâtifeleri de O yürütüyor. Bu gizlinin gizlisi bir sırdır, bu sır hiç geçmemişti. Gizlinin gizlisi bir yol.
Çünkü gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır, O yürütüyor, dilediği zaman kemâle erdiriyor. Kimsenin bunu bilmesi mümkün değildir.
Bağlılık ve sadakatı olmayanlarda tecelli etmez. Çünkü oraya vermiş, ondan Râbıta alacak.
Kabuk kabuktur amma, kabuğa nüfuz ettiği zaman içindekine nüfuz eder. Kabuğa nüfuz etmeyen, içindekine nasıl nüfuz edebilir? Kabuğa itimat etmeyenin, içindekine yanaşması mümkün değildir. Çünkü O, ışığı oraya yakmış. O lambaya teveccüh edilmediği zaman karanlıkta kalır.
•
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin diğer bir beyanları da şöyledir:
“Bu ilim ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Sh. 43)
Bunu bilen söylüyor, Allah-u Teâlâ’nın hususi kulları söylüyor.
Bu ilmi O vermiştir. Verdiği zaman olur, vermediği zaman hiçbir şey olmaz. Hâtem-i nebi’ye de O veriyor, Hâtem-i veli’ye de O veriyor. O kime ne verirse, kime ne ikram ve ihsan ederse öyle olur. Hâtemlik verme iledir, ihsan-ı ilâhî ile olur, çalışmakla kazanılması mümkün değildir.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu beyanları ile baş tarafı nihayete bitiştirmektedir.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki baş tarafa benzemektedir.” (261. Mektup)
•
Hâtem-i enbiya olduğu gibi, bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatm’ül-evliyâ” adlı kitabında buyurur ki:
“Nasıl ki peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e ‘Hâtem’ün-nübüvvet’ verilmişse ve o bütün peygamberler üzerine Allah-u Teâlâ’nın bir hücceti ise, velilerin sonuncusu olan bu veli de âhir zamanda öyle olacaktır.” (Sh. 436)
Yani Allah-u Teâlâ onu o hâle koyacak.
Hâtem-i evliya’ya gelince; âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
•
Muhterem kardeşlerimiz!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hâtem-i enbiya olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi peygamberlerin en faziletlisi, ashâbını da ümmetlerin en faziletlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliya’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kılmıştır.
Şimdi size mihenk ve denk olarak Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz. Ashâb mı, ihvanı mı? Hangisinin daha efdal olduğunu siz kıyas edin, tercihini size bırakıyorum. İlminizle, aklınızla ölçün, kararını siz verin.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî)
Şimdi bu belli olmayanı belirtmeye çalışacağız ve hakikatını ortaya koyacağız.
Evvelkilerden murad “Asr-ı saâdet”tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve “Hâtem-i velî” ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Hangisi daha hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, Ashâb ile ihvanı bir zincirin baklaları haline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok.
Bu faziletin nereden geldiğini mütebâki Hadis-i şerif’lerde arzetmeye çalışacağız.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
“Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun. İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” dediklerinde:
“Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu.
“Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?” diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
“Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?”
“Elbette bilir yâ Resulellah!”
“Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim.” (Müslim: 249)
Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. “Abdest nuru ile tanıyacağım.” buyuruyorlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu amma Resulullah Aleyhisselâm’ı görüyorlardı. Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat o nurdan 1400 sene uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor, hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram’ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram’a bitişmiş durumları var. Demek ki; “İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?”
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli’nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nurun alâ nur olacaklar.
Buradaki inceliğe çok dikkat ederseniz hangisinin efdal olduğu belli değil. Birine “Ashâbım.” diyor, birine “İhvanım.” diyor. Ashâb mı efdal, ihvan mı efdal? Onları birbirine bu kadar bitiştiriyor ve bu bitiştirmeyi ilerletiyor. Onlar da onun ümmeti, bunlar da onun ümmeti. Şu kadar var ki, onlar onun ashâbı, bunlar ise ihvanı.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti. Faziletini siz düşünün!
Zira bu güçlük içerisinde 1400 seneden sonra Resulullah Aleyhisselâm’a kavuşuyorlar, bitişiyorlar ve aynı hayatı yaşıyorlar. Bu ise kardeşliğin tâ kendisidir.
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur’an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî’ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin’i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
İmam-ı Mâlik -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri:
“Bu ümmetin son zamanlarında ıslâhı, ancak ilk devirlerindeki ıslâh usulünün ele alınmasıyla mümkündür.” buyurmuşlardır.
•
Bu yol Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yoluna benzediği için, diğer tarikat yollarının hiçbir icraatına benzemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi gören müslümanların hepsi “Sahabe” olma şerefine nâil olmuşlardı. Fakat içlerinde seçkin olanlar vardı. İhvan var, ihvanın içinde seçkin ihvan var.
Bu yol aynı o yola benzediği için, yetişme şekilleri de aynıdır. Kimisi amel ile gidiyor. Kimisi cihad ile, kimisi de hem amel, hem cihad ile gidiyor. Bazısı kapalı olarak gider, bazısı açık; bazısı sülûk ile nasibini alır, bazısı cezbe ile alır.
O kuvvetli cezbe ile çekildikleri için Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına verdiği gibi, müridana da bir hafiflik, bir kolaylık vermiştir.
Her yol yoldur, bu yola varıncaya kadar. Bu yol ise başa benzediği için şekli değişiyor.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir mektuplarında buyururlar ki:
“Ey kurtuluş yolunu arayan tâlip!
Bu büyüklerin yolu Ashâb-ı kiram’ın yoludur. Allah onlardan râzı olsun. Bu indirac, yani nihayetin bidayete sığdırılması dahi, o sığdırılışın eseridir ki; Hayr’ül-beşer Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sohbetinde onlara müyesser olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihayette hasıl olmuştur. Bu feyizler ve bereketler, ilk asırda (saâdet asrında) zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. Her ne kadar ortada bulunanlara nisbetle sondakilerin uzaklığı belli de olsa, fakat iş, gerçekte bunun aksinedir. Çünkü sondakiler, ilk asra ortada bulunanlardan daha yakındır. Onun boyasıyla boyanmıştır. Bunu ortadakiler ister doğrulasın, isterse doğrulamasın. Hatta bu muamelenin hakikatını sonda gelenlerin dahi pek çoğu idrak edemez.” (336. Mektup)
Tarikat-ı aliye-i münevvere’nin yolcularının gidişatları hafî ve cehrî olmak üzere ikiye ayrılır. Pîrân-ı izam Hazerâtı da bu yollar üzerinde yetişmiş ve yetiştirmişlerdir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
“Garipler kimdir?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.” (Tirmizî)
Bu kardeşlerin esası bunlardır. Bu kardeşler o gariplerdir. O kardeşlikle bu kardeşlik birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ’nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm’ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Bu kardeşler halk tarafından bozulmuş olan Sünnet-i seniye’yi ihyâ ettiler. Hiç çekinmeden hakikatı haykırdılar, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadılar. Bütün bu sapıtıcı imamların, bu dalâlet fırkalarının üzerine cesaretle gittiler.
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı bunlar açtılar, bu hakikatı bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Bu suretle de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’lerinde müjdelediği şerefle müşerref oldular.
Bu şerefle müşerref eyleyen Sahibime sonsuz şükürler olsun.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.” (Ahmed bin Hanbel)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Görülüyor ki milyonlarca müslüman kitleler halinde küfre kaydılar. Bunlar daha önce müslümandı, amma küfre kaydılar, ebedî hayatları mahvoldu. Hele yabancı bir kimse müslüman olmak isterken, bir bölücü yakalıyor, doğmadan evvel onu öldürüyor.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti.
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Öyle bir ifsat ki misli görülmemiş.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirminci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyleri çiğneniyor. Küfür ve nifak âdetlerini güçlerinin yettiği kadar yaymaya çalışıyorlar. Halk haramı helâli kaldırmış, besmelesiz kesilen etleri yiyor. Şer’i nikâh ve mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür zaten verilmiyor. Dünyaya aşırı bir muhabbetle bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş.
Fuhuş alenen yapılacak bir hale gelmiş, içki su gibi içiliyor, kumarın her türlüsü oynanıyor. Faiz alıp-verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Öyle bir devirdeyiz ki; Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: “Bu doğru söylüyor.” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor.
İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde ilâhî hükümlere bağlı olarak hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk’a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzallah insan bırakıldığında, ayağı kayar ve o âfâta kapılarak, imanını da ebedî hayatını da kaybeder.
İşte zaten;
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’inin sırrı burada toplanıyor. Bugün Sünnet-i seniye’ye riâyet edenler yüz şehit sevabı ile müjdelenmektedirler. Böyle bir mükâfatın verilmesi, yürüyenin çok az ve yürüyebilmenin çok güç olması sebebiyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Amellerin efdali en güç olanıdır.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Hangisi efdal olduğu bilinmez.” buyurdu.
İslâm’ın ilk yıllarında İslâm garipti, nur ile nurlanıyordu. Bugün de İslâm garip hâle düştü, ihvan ile nurlanıyor. Garip hâle gelen İslâm yeniden diriliyor ve hayat buluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında:
“Allah’ın rahmeti benim vekillerimin üzerine olsun!” buyurmuşlar.
“Senin vekillerin kimlerdir yâ Resulellâh!” diye sorulduğunda ise:
“Benim sünnetimi ihyâ eden ve Allah’ın kullarına öğreten kimselerdir.” cevabını vermişlerdir. (İbn-i Abdil-berr)
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor? Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a sığınarak adalet-i ilâhî’yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nur-i ilâhî’yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
“Allah katında en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat: 13)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’dan son derece korkarlar.
Haram şöyle dursun, şüpheli şeylerden dahi kaçınırlar. Bu gibi yerlerden alış-veriş dahi yapmazlar. Hiçbir dâvete, hiçbir ziyafete iştirak etmezler.
Her yaptıklarını Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bâri’si için yaparlar. Yazan para almaz, yayan almaz. Hiçbir fertten bir kuruş istendiği asla vâki değildir. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle ferman buyurmaktadır:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Böyle bir şey aslâ duyulmamış ve görülmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de onları Ashâb-ı kiram’a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
“Onlar bugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar.”
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hâkim)
Dikkat edilirse burada “Benim bayraklılarım.” buyuruyor ve onları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı ile birleştiriyor. Bu cihad-ı ekber’i yapanlara “Bayraklılar” ismini bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz verdiği gibi, kimsenin o cihadı yapamadığını ve yapamayacağını işaret buyuruyorlar.
Ashâb onun ashâbı, ihvan onun ihvanı. “Benim bayraklılarım” demek, onun ashâbı demek. Bilhassa “İhvanım” demesi ile, kendisine daha da yaklaştırmaktadır.
Ashâbı dinde kardeş, yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş.
Nitekim Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
“Mustafa geldi yine, cümleniz iman ediniz.” buyurarak o zamanla bu zamanı bitiştiriyor.
“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (C. Sağir)
Bunun mânâsı;
Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak maksadıyla, benim için ve benim çizdiğim yol için, bu nuru yaymak için, karanlığı delmek için canlarını dahi feda etmeye hazırdırlar.
Bu ise Resulullah Aleyhisselâm’a olan muhabbetten ötürüdür. Onun içindir ki, bu tarif edilenler Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“-Geçimini helâl yollardan kazanan, Peygamber’in nurlu yolundan ayrılmayan ve başkalarına hiç kötülüğü dokunmayan kimse cennete gider.”
“-Yâ Resulellah! Bugün aramızda böyleleri çoktur.”
“-Şimdi olduğu gibi benden sonraki devirlerde de böyleleri olacaktır.” (Tirmizî)
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle beraber oturuyorduk.
Bir ara şöyle konuşuldu:
- Söyleyiniz! İman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar kimlerdir?
- Meleklerdir yâ Resulellah!
- Evet onlar öyledir ve bu haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Amma ben melekleri sormuyorum.
- Yâ Resulellah! Öyleyse en üstün insanlar Allah’ın kendilerine risâlet ve nübüvvet ihsan buyurduğu peygamberlerdir.
- Onlar da öyledir ve bu haklarıdır. Allah onlara öyle bir rütbe vermişken bu imtiyazın kendilerine verilmesini ne engelleyebilir?
- O halde yâ Resulellah, onlar peygamberlerin yanında şehid düşenlerdir.
- Şehidler de öyledir ve bu haklarıdır. Çünkü Allah kendilerine şehâdet bahşetmiştir. Ben başkalarını soruyorum.
- Öyleyse yâ Resulellah sen söyle kimlerdir?
- Henüz erkeklerin sulplerinde olan bir takım kimselerdir ki benden sonra gelecekler. Beni görmedikleri halde bana iman edecekler, beni tasdik edecekler. Kur’an okuyup içindekilerle amel edecekler. İşte iman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar bunlardır. (Ebu Ya’lâ - Heysemî)
Ebu Cum’a -radiyallahu anh- der ki:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle yemeği yiyorduk. Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh- de aramızdaydı. “Yâ Resulellah! Bizlerden daha üstün kimseler var mıdır? Çünkü biz sen hayatta iken müslüman olduk, maiyyetinde savaştık.” diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Evet vardır! Benden sonra gelip de beni görmedikleri halde bana iman edecek kimselerdir.” (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)
Ebu Ümâme -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- peşpeşe yedi defa şöyle buyurdu:
“Beni görüp de iman edenlere ne mutlu! Beni görmediği halde bana inananlara ne mutlu!” (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!” (Tâhâ: 47)
•
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu arzettiğimiz Hadis-i şerif’lere bakarak, Ashâb mı ihvan mı, hangisinin efdal olduğunun tercihini size bırakıyorum.
Sohbetimizin bu noktasında Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvanın fazileti hakkında, geçmişte yaşamış evliyâullah’ın beyanlarını arzetmeyi faydalı buluyoruz.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 261. Mektub’unda fazilet bakımından bu devri, ilk devirlerle birleştiriyor, birbirine benzetiyor ve şöyle buyuruyor:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
‘Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.’ (Tirmizi)
Buyurdu da “Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?” buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif’inde:
‘Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır.’ buyurdu. (Camiüs-sağîr: 4056)
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.” (261. Mektup)
Şüphesiz ki bu fazilet, Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvana âittir, umum ümmete şâmil değildir. Çünkü onlar çok az, hatta azın da azı olacaklar. Mücadeleyi yalnız bunlar yapacaklar, nuru da yalnız bunlar yayacaklar.
Diğer bir mektuplarında ise şöyle buyuruyorlar:
“Yukarıda anlatılan üstünlükler peygamberlere mahsustur. Onların tümüne Allah’ın salâtı ve selâmları olsun. Zira onlar, beşerin havassı olarak murad (istenilen) olmuşlardır. Bir de, tebâiyet ve veraset yolu ile, bu büyük devlete erme müjdesini alanlar vardır.
Anlatılan devletin peygamberlerin ashâbında husule gelmesi, onun sohbeti ile pek çok ve pek ziyade olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Her ne kadar az, hatta azdan da az olsa dahi, ashâbın dışında bu devletle müşerref olan vardır.” (325. Mektup)
Görülüyor ki hangisinin efdal olduğu hakikaten belli değil.
Nitekim bu hususta Bediüzzaman Said Nursî -kuddise sırruh- Hazretleri de, Emirdağ Lahikası isimli eserinin 259. sayfasında Mehdi Aleyhisselâm’dan evvel gelecek zattan ve vazifesinden bahsederken bu manevî ordu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”
Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun ki, bu lütfu bu ihsanı bahşetti.
•
Bediüzzaman Said-i Nursi -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” isimli eserinin “28. Mektub”unun “Yedinci Risale olan yedinci mesele” bölümünde şark tarafından zuhur edecek bir nurdan şu şekilde bahsetmektedir:
“Beşinci sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaatı gelmiş ki: ‘Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak.’
Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zâtlara zemin ihzar ediyoruz.
Mâdem kendimize âit değil, elbette Sözler nâmındaki nurlara âit olan inâyât-ı ilâhiye’yi beyan etmekte medar-ı fahr ve gurur olamaz; belki medâr-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.” (28.Mektup, 7.Mesele)
Bunun mânâsı;
“Nasıl ki o ordu Hazret-i Mehdi’ye zemin hazırlıyorlarsa, biz de ona zemin hazırlıyoruz, biz bu vazife ile meşgulüz. Bu hizmetimizden dolayı da övünmeyiz, ancak Allah-u Teâlâ’ya şükrederiz.” diyor.
•
Muhterem kardeşlerimiz!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif buyurduğu bu bayraklıların cihadı “Cihad-ı ekber”dir.
Bir Hacc vardır, bir de Hacc-ı ekber vardır. Biri diğerinden yedi veya yediyüz derece üstün olduğu gibi, bu cihad-ı ekber de çok büyük faziletleri hâizdir.
Şöyle ki;
Savaşa giden bir kimse birkaç düşmanla karşılaşır. Fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif buyurduğu bu bayraklılar, bu mücahidler Türkiye’de olduğu gibi, ecnebî devletlerde de fitnelerle mücadele ediyorlar.
Bilindiği gibi bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hacc: 78)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Ashâb-ı kiram Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:
“Azîz ve Celîl olan Allah’ın yolunda cihad etmeye muadil ne olabilir?” diye sordular.
“Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdu. Bu sözü kendisine iki veya üç defa tekrarladılar. Hepsinde: “Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdular.
Üçüncüde buyurdu ki:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; oruç tutan, namaz kılan, Allah’ın âyetlerine itaatkâr olan bir kişi gibidir. Ki, Allah-u Teâlâ’nın yolundaki mücahid dönünceye kadar ne oruçtan gevşer ne de namazdan.” (Müslim: 1878)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar arasında peygamberlik makamına en yakın kimse, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, insanları peygamberlerin getirdiği hükümlere yöneltirler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği hükümleri kılıçları ile korumak için cihad ederler.” (Ebu Nuaym)
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
İşte bu bayraklılar yaptıkları bu cihad-ı ekberle, hakikat ile dalâletin arasına berzah koymaktadırlar.
Bu berzah o kadar mühimdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Buyurarak bunların üzerine yemin etmiştir.
Bu Âyet-i kerime’lerin şerefine mazhar eden Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Gelecek sohbetimizde, bu bayraklıların dokuz muhalif fırka ile yaptıkları cihadın muhtevâsını, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında arzedeceğiz inşaallah-u Teâlâ.