Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

Kalplerin Anahtarı Külliyatı

Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri

EN BÜYÜK ÂYET-İ KERİME ÂYET-ÜL KÜRSÎ


Niçin En Büyük Âyet-i Kerime?:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde en büyük Âyet-i kerime’nin Bakara sûre-i şerif’inde olduğunu haber vermiştir.

Çünkü bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sıfat-ı ilâhî’sini, hakimiyet-i sübhâniyesini, azamet ve kibriyâsını en beliğ ve en güzel bir şekilde telkin ve tavsif etmektedir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Her şeyin bir şerefesi yani üst noktası vardır. Kur’an’ın üst noktası da Bakara sûresi’dir. Bu sûrede bir âyet vardır ki, o Kur’an âyetlerinin efendisidir. O Âyet-ül kürsî’dir.” (Tirmizi: 2881)

Übey bin Kâb -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bana:

“Ey Ebu Münzir! Allah’ın kitabından ezberinde bulunan hangi âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?” diye sordu.

Ben “Allah ve Peygamberi daha iyi bilir.” dedim.

Tekrar sordu:

“Ey Ebu Münzir! Allah’ın kitabından ezberinde bulunan hangi âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?”

Cevap olarak:

“‘Allahu lâ ilâhe illâ hüvel-hayyül-kayyum’ âyetidir.” dedim.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz eliyle göğsüme vurdu ve:

“Vallahi ilim sana mübarek olsun ey Ebu Münzir!” buyurdu.” (Müslim: 810)

Tamamı on cümleden ibaret olan Âyet-ül kürsî’de; Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyeti, O’nun Hayy ve Kayyum olduğu, uyuklama ve dalgınlık gibi beşerî sıfatlardan münezzeh olup kâinatı kendi tasarrufunda bulundurduğu, O’nun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, hayat sırrı, ilim sırrı, ilminin geçmişi ve geleceği kuşattığı, hâkimiyet sırrı, kudretinin gökleri ve yeri kapladığı ve zâtının çok yüce olduğu bildirilerek Tevhid inancının esasları açık bir şekilde ifade edilmiştir.

 

Hayy ve Kayyûm:

Hazret-i Kur’an’ın en büyük Âyet-i kerime’sinin sırrını açacağız ve izahını yapacağız. Bu sırları açmakla, birçok hususlarda ne demek istediğimizi bir nebze olsun anlamış ve kavramış olacaksınız.

Allah-u Teâlâ buyurur ki:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara: 255)

Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir, yarattığı bütün mevcûdat bir maskeden ibarettir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcûdâtı içine alıyor. Var olan O’dur. Herkes maskeyi görüyor, O’nu görmüyor.

“Lâ ilâhe”; O’ndan başka ilâh yoktur, ilâh ancak O’dur. Bu yarattıkları Allah değildir, hepsi de “Lâ”dan ibarettir. Çünkü “Lâ” dediğin zaman “Onlar Allah değil” diyorsun. Bu maske de “Lâ”dan ve “Ol!” emrinden ibarettir. Her yarattığı şeye sadece “Ol!” diyor, o da dilediği şekilde oluveriyor. Ne dilemişse o oluyor. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Herşey O değil, fakat hiçbir şey de O’ndan ayrı değil.

Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O’na mahsustur. Her cihetten tektir. Varlığının başlangıcı yoktur. Varlığı daimîdir, nihayete ermez.

Varlığına şahit yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.

“O Hayy ve Kayyûm’dur.” (Bakara: 255)

Hayy: Ezelî ve ebedî hayat ile berhayattır. Ezelden ebediyete kadar bütün hayat ve ebedîlik O’nun zâtı ile kâimdir.

Kayyûm: Zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O’nunla kâimdir.

Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yaratıkları ise O’nun hayat vermesi ile, O’nun kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durmak için sebepler ihsan buyurmuştur. Hayy ve Kayyum ancak O’dur. Ancak O var, O yaratıyor, her şey O’nunla kâimdir. İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma Hakk’ı göremez. Görmesi de mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan görülmüyor.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:

“Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun.” buyuruyor.

Demek ki görülüyormuş.

Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:

“Ben Allah’ımı gördüm, başka bir şey görmedim.” buyurmuştur. Yani “O’ndan başka bir şey yok ki onu göreyim.”

Demek oluyor ki Allah-u Teâlâ dilediği kimseye esrârını bildiriyor.

O’ndan başka varlık yok zaten, hepsi de “Lâ”dan ibarettir. Bu gördüğünüz kâinat ve içindekiler nur malzemelerinden yapılmıştır ve “Ol!” demekle olmuştur.

Maskeyi kaldıran Zât-ı kibriyâ kendi varlığını ortaya koyuyor ve: “Var olan her şeyi ben yaratıyorum, benim kudretimle ayakta duruyor, her şey benimle kâimdir.” diyor.

Görebilen bunu da görebiliyor.

Meselâ bir insan, elinde bulunan şeyi bilir. Allah-u Teâlâ âlemleri öyle tutuyor ve öyle biliyor. Bütün yaratıklarını muhafaza etmesi, tutması, gözetmesi, yaşatması yalnız O’na mahsustur. O tuttuğu için O her şeye hâkimdir, her zerre O’nun varlığı ile kâimdir. O’nun varlığı her şeyi kuşatmıştır, hükmünde hikmet sahibidir.

Dikkat ederseniz bir damla kerih suyu kan pıhtısından cenin haline getiriyor. Fakat o cenin ölüdür. O yaratıyor amma o cenin başlangıçta cansızdır. Sonra ona ruh veriyor ve cenin canlanıyor. Ne oldu şimdi? Hayy ve Kayyum olan Allah onu yarattı, o O’nunla kâim oldu. Bir et parçası idi, cansız ve hareketsizdi. Ona “Ol!” dediği zaman O’nunla hayat buldu, canlandı, mukadderâtı da o anda yazıldı. Âdem Aleyhisselâm da bu şekilde “Ol!” demekle canlanmadı mı? İnsan da böyledir, kâinat da böyledir.

Her zerreyi yaratan, kürreyi de donatan O’dur. O hem yaratıyor, hem de yönetiyor. Zira O Ehad’dır. Yarattıkları hem O’nunla kâimdir, hem de O’na muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ hem yaratıyor, hem donatıyor, hem de tutuyor. Bu yaratmayı ve donatmayı yaratıkları yapabilir mi? Hayır yapamaz. O halde vücud O, mevcud O...

Maskenin altındakini gören maskeye itibar etmez. Onlar “Lâ”dan ibarettir, maske ilâh değildir.

Meselâ sen zannediyorsun ki sen sensin. Hayır! Sen “Ol!” emrinden ibaretsin.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)

Her şey seni yaratan Rabbinin emrinden ibarettir. Amma sen bilmedin, bilemedin.

Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi. Öyle ki bu durum karşısında sen de kendini müstakil zannettin.

Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini alınca, hani sen sendin?

Sen de O’nunla kâimsin, bütün yarattıkları da O’nunla kâimdir, amma O görülmüyor. Sen yarattıklarını görüyorsun ve orada kalıyorsun, kendi kendini de aldatmış oluyorsun.

Ve fakat O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’nun gösterdiği kadar her şeyin hakikatını görür. Bir perdeden, bir kabuktan, bir örtüden ibaret olduğunu görür. Meğer O’nu örten hep bir örtü imiş.

Allah-u Teâlâ bir kulunun kalp kilidini açtığı ve içeride O’nun olduğunu gördüğü zaman; işte o zaman o kul da görür ki gerek kendisi ve gerekse yarattığı bütün âlemler hep O imiş. Her şey bir perdeden, bir kabuktan ibaret imiş, hepsi de “Ol!” emrinden husule gelmiş.

Hazret-i Kur’an’ın en ince noktası Âyet-ül kürsî ile İhlâs-ı şerif’tir. Bu sırrı bilebilmek için Allah-u Teâlâ’yı görmek şarttır. O’nu görmeyen kimse ne bilir, ne de hafsalası alır. Duysa da yine bilmez. Ne ilmi yeter, ne de aklı yeter. Çünkü aklın da ilmin de “Ulül-elbâb”ına dayanan bir husustur. “Ulül-elbâb” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen akıldır. Bu noktaya gelen kimsenin aklı da ilmi de durur. Bu sahaya hiçbir ilim giremez.

Şu kadar var ki Evliyâullah’tan bazı zevât-ı kiram bu hususa işaret etmişlerdir.

Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ür-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:

“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsivâ denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.” (60.Meclis)

Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u Teâlâ’yı gören, gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında bin küsur sene önce “Hatm’ül-Evliyâ” ismiyle müstakil bir eser yazmış ve onun Allah-u Teâlâ’nın hususi himayesinde olacağını, O’nu göreceğini ve O’nunla konuşacağını açıklamıştır.

Eserin yirmibirinci bölümünde şöyle buyurmaktadır:

“Sonra başka bir mertebeye yükselir, o da Heybet ve Üns’tür. Heybet O’nun celâlindendir, Üns ise O’nun cemâlindendir. O’nun celâline baktığında korkar ve toplanır. Şayet onu bu şekilde bırakırsa bütün işlerinde âciz olur, atılmış bir elbise gibi olur veya ruhsuz bir vücut olur. O’nun cemâline baktığında bütün damarları sevinçten dolup taşar. Şayet onu bu şekilde bırakırsa nefsi coşar ve sınırı aşar. Heybet onun şiârı, Üns ise onun elbisesi olur. Böylece kalbi dosdoğru olur ve nefsi sevinir. Sonra onu başka bir mertebeye yükseltir. O mertebe ‘İnfirad billâh’ yani ‘Allah ile kalma’dır.”

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nevâdirü’l-Usûl” adlı eserinde ise velâyet mertebelerinin en üst derecesine vâris olan Hâtem-i veli’nin vasıflarını bir bir beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

“Ehlullah’ın bir kısmı en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allah-u Teâlâ’nın, kendisini velâyeti için seçip kullandığı bir kuldur.

O Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder, O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla anlar.” (Nevâdirül-Usûl, cilt: 1, sh: 339)

İlmin sonu Hazret-i Allah’a dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh” denildiği gibi, “Ledünî ilim” de denilir.

Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.

Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)

Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.

Hakk’ı gören ise Cenâb-ı Vâcib’ül-vücud Hazretlerinden başka hiçbir şey görmez. Yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’ndan başka bir şey görmez ve görmek de istemez. Zira her şey “Lâ”dan ibarettir. “Lâ mevcûde illâllâh” tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O’nun himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O’nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.

İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.” (İhyâ-u ulûmid-din)

Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle tecelli ediyor, öyle husule getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik’ına yaklaşması değildir. Hakk’ın mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecelli edecek ki, o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası. Oysa O’na her şey kolay.

 

Vâhidiyet ve Samediyet:

Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Allah bir tektir.” (İhlâs: 1)

Allah-u Teâlâ müstakil bir vücuttur. O’ndan başka hiçbir mevcut yoktur.

Fakir “Kul hüvallahu ehad” dediğim zaman O’nu zikrediyorum, ismini zikretmiyorum. Ehad dediğim zaman Ehad’ı görmem lâzım.

“Allah Samed’dir.” (İhlâs: 2)

Ehad O, yarattığı her şey O’nunla kâim olduğu için her şey O’na muhtaçtır. Var olan yalnız O’dur, Ehad yalnız O’dur, başka Ehad yok. Bütün varlıklara “Ol!” demekle bir sûret, bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir sûretle görülüyor. Amma O’ndan başka Ehad yok.

Olanlar da O’nunla var olmuştur. Biz Hazret-i Allah’ı görürüz, yaratılanları öyle görürüz. O’ndan başka hiçbir şey yok.

İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O varlığını çektiği zaman leş oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün varlıklar da böyledir.

“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs: 3)

Zira doğma ve doğurma yarattıklarına âittir. O Allah ki vardır, müstakil var olan O’dur, varlıkları yaratan O’dur. O’ndan başka müstakil ne vücud var, ne de mevcud. O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.

“Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs: 4)

Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O’na mahsustur.

Hülâsa olarak; Her şey O’nunla kâim, sen de O’nunla kâimsin, zerre de, kürre de, her şey O’nunla kâimdir, O’nunla ayakta duruyor.

Kişi Âyet-ül kürsî’yi okuyor amma, kendinin O’nunla kâim olduğunu ve kâinatın da O’nunla kâim olduğunu bilmiyor.

Bu sebepledir ki, en büyük Âyet-i kerime budur.

Müfessirler bu Âyet-i kerime’yi açıklarken: “Her şey O’nunla kâimdir.” demişler, fakat: “Sen de onunla kâimsin.” dememişlerdir. Çünkü mânevî, bâtınî noktaların da zâhirinde kalmışlardır.

Mârifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın öğrettiğini bilir. O öğrettiği için ve herkese ayrı ayrı tecelli ettiği için o bilgi kimsede bulunmaz.

Her şeyi O’nun yarattığını ve her şeyin O’nunla kâim olduğunu ancak hakikat ehli bilir ve görür. Amma sizin bildiğiniz göz ile değil de, O’nun gösterdiği göz ile hem görülür, hem bilinir. Yoksa bir beşer gözü ile değildir.

İnsan Allah-u Teâlâ’nın yarattığı ve donattığı bütün âlemlerin “Lâ”dan ibaret olduğunu görmedikçe hiçbir zaman “İlâh”ı, yani Allah-u Teâlâ’yı göremez ve lâyık-ı veçhile bilemez. Bilgileri zandan ibarettir, bu böyledir.

Âyet-i kerime’sinde:

“İçinizde... Görmüyor musunuz?” buyuruyor. (Zâriyat: 21)

Bu bir Allah kelâmı değil midir?

Sen bu hakikatı anlamıyorsun diye bu Âyet-i kerime’yi beyan etmeyelim mi? Senin gözün körse güneşin suçu nedir? Hakikat budur, ilâhî hüküm böyledir.

Bu hitâb-ı ilâhî yalnız insana değil, zerreden kürreye kadar yarattığı ve donattığı bütün âlemlere O’nun hitâb-ı ilâhî’sidir.

Gerçek Mürşid-i kâmil O’nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske olduğunu görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldıranı da görür.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)

Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.

O’ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler “Ol!” ve “Öl!”, işte bundan ibarettir. Düşen O’nun üzerine düşer.

O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra “Böyle ol!” demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O’ndan başka birşey yok, O’nun hükmünden başka birşey yok.

Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da tutanı görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan’ı görmüyor.

Fakir der ki: “Siz Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu şeyi görürsünüz, Elhamdülillâh biz tutanı görürüz. Yaratan’ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir perdeden ibaret olduğunu görüyorum.”

Bu beyanlar duyanlar içindir, işitenler için değil. Kime ne duyurdu ise o anlar. İyi bilin ki, bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle, bildirmesiyle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nur ışığı ile görerek ve bilerek söyleniyor.

Sakın bu ilme dalmayın. İlminiz ve aklınız yetmez. Yetmediğine göre inkâr yollarına kalkışmayın. Evliyâullah’ın beyanlarını inceleyin, onlara itimat edin ve kurtulun. Bütün delilleri önünüze sürüyorum, oku ve geç, anlamaya kalkışma.

Bu sırlar niçin anlaşılmıyor?

Bu hususta bir Âyet-i kerime arzedelim:

“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır. Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri buyururlar ki:

“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş yağmuruna tutarsınız.”

Size bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretlerinin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Sizin anlayacağınız şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...

Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir. Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.

İşte bunun ispatı:

“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu göreceksin.

Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda mekândır, O’nun mekânı yoktur.

İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.

“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)

Çünkü:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)

O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma sen “Lâ”da kaldın, yeri göğü gördün, orada kaldın. O’nun nuru olduğunu göremedin ve bilemedin. Aslı O’dur, perdede başkası görülür. Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.

Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma sen hem görmüyorsun, hem bilmiyorsun.

Bunu neden kavrayamıyorsunuz?

İlminiz ilmel-yakîn, aklınız da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorsunuz.

Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?

Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,

Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,

Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.

Çünkü nurundan “Nur” unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.

Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.

O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.

Eğer bu noktayı bir kavrayabilirsen, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle göremesen de, inanmakla kurtulmuş olursun.

Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nurundan “Nur” unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış.

Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.

Nitekim Âyet-i kerime’sinde:

“Resulüm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)

Bu “Nur” un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten Lil-âlemîn” dir, hem de “Ebul-ervah” tır.

O Rahmeten Lil-âlemîn olduğu için âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.

Görebilenin onu bu çizgide görmesi lâzımdır, fakat bu çizgide kaç kişi görebiliyor?

 

O Tutuyor, O Yaşatıyor:

Zerreden kürreye kadar yarattığı her şeyi tuttuğuna en belirgin bir misal olmak üzere Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları görmüyorlar mı? Onları havada tutan Rahman’dan başkası değildir.

O her şeyi görmektedir.” (Mülk: 19)

Uçarken kolaylık için kanatlarını açıp örtmeyi ilham eden, uçan her kuşu havada tutan, onları iri cüsselerine rağmen yere düşmekten koruyan, rahmeti bütün kâinatı kaplamış olan yaratıcı Rahman’dan başkası değildir.

Sadece kuşlar değil; insanları da, her şeyi tutan O’dur. Kâinattaki her şey O’nun murakabası altındadır. Kudret elini çektiği zaman düşer kalırlar.

Bu muhteşem kâinat Allah-u Teâlâ’nın izniyle ayakta durmaktadır. Gökleri ve yeri tutup zevalden koruyan, ortaksız olarak takdir ve tedbir eyleyen O’dur.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor.” (Fâtır: 41)

Onların belirli vakitlerden önce yok olmalarını istemediği için muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar.

“Andolsun ki eğer nizamları bir bozulacak olursa, onları kendinden başka kim tutabilir?” (Fâtır: 41)

Göklerin ve yerin, oldukları şekilde devamlarını sağlamaya O’ndan başka kimsenin gücü yetmez

“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)

Mevcut düzen ilâhî kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır.

 

Hakk’ı Gören Kendini Görmez, Kendini Gören Hakk’ı Göremez:

Var olan Allah-u Teâlâ’dır. Herkes maskeyi görüyor, O’nu görmüyor. Her görünen şey maskedir, O’na perdedir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Hiçbir göz O’na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder.” (En’am: 103)

Baş gözü Allah-u Teâlâ’yı göremez. Fakat O, kalp gözünü açtığı zaman, kişi O’nu da görür, O’nun gösterdiklerini de görür.

Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile insanın da kâinatın da bir maske olduğunu açklıyor.

İnsan bir maske takarsa maskeyi görürsün. Fakat o bir kâğıt parçasıdır, çıkardığın zaman aslını görürsün. Bu da böyledir. Eğer Hakk’ı görürsen, kâinatın bir maske olduğunu görürsün, maskeye hiç değer vermezsin. Maskeyi çıkardığın zaman hiçbirinin hükmü kalmaz.

İşte Hazret-i Allah budur.

Gerçek Mürşid-i kâmil O’nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske olduğunu görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldırdığını da görür.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled: 8)

Allah-u Teâlâ insana bir baş gözü bir de kalp gözü vermiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı kavrayabilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse, gözünün göremediği şeyi görebilmesi için kalbinin gözlerini açar.” buyurmuşlardır.

Siz perdeyi ve perdenin üstündekileri görüp O’nu görmüyorsunuz. Fakat içinde olanı gören ve bilen var. İçinde olanı gören ve bilen, yalnız O’nu görür. Kâinatın da, kendisinin de, perdenin de hükümsüz olduğunu bilir. Fakir bunu bir cümle ile ifade ederiz:

“Allah-u Teâlâ’yı gören kendini görmez, kendini gören Allah-u Teâlâ’yı göremez.” Bütün esrar işte bu noktadadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Size Rabbinizden basiret (kalp gözü) gelmiştir. Kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir.” (En’am: 104)

Göze göre “Görme” ne ise, kalbe göre “Basiret” de odur.

Gözlerin görmesine sebep olan görme nuruna göz denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan kalp gözüne de basiret denilir.

Basiret; Allah-u Teâlâ’nın subûtî sıfatlarından biri olan “Basar” ın kullarındaki tecellisidir. Bu tecelliden nasibi olanların gözlerinden perde kalkar. İnsanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık, kalbin de iç âlemi gören gözü vardır ve buna “Mârifet gözü” ve “Kalp gözü” gibi isimler verilmiştir.

Allah-u Teâlâ Haşr sûre-i şerif’inin 2. Âyet-i kerime’sinde bu basiret sahiplerini “Ulül-ebsar” olarak vasıflandırmaktadır.

Basiret Allah-u Teâlâ’nın mümin kulunun kalbine attığı öyle bir nurdur ki, bu nur sayesinde hakikatı kavrar.

İnsanların hakikatı görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an-ı kerim âyetlerine “Basiretler” mânâsına gelen “Besâir” denilmiştir. (A’raf: 203 ve Kasas: 43)

Kalp gözü körleşmiş ve basireti bağlanmış kimseler hakkında da “Körler” gibi tabirler kullanılmaktadır. (Bakara: 18)

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc: 46)

Asıl körlük göz körlüğü değil kalp körlüğüdür. Bu körlükteki zararın sınırı ve sonu yoktur.

Allah-u Teâlâ “Hakikat”ı apaçık ortaya koyar, duyurmak istediklerinin basiretlerini açar, duyurmak istediğini duyurur, göstermek istediğini gösterir. Diğer taraftan da lâyık olmayan gözlere göstermez, basiretlerini bağlar, körlük ve karanlık içinde bırakır.

Gerçek mürşidin Hazret-i Allah olduğunu O’nun bana ilham ettiği üslupla âcizâne o kadar sade bir şekilde anlatıyorum ki, anlamamanız mümkün değildir. Fakat anlamıyorsunuz, çünkü aklınız orada değil, nefsiniz o mertebede değil.

Basiret sahiplerine gelince, Allah-u Teâlâ onların gözlerini açmış, hakikatı göstermiştir.

Hülâsa olarak arzetmek istediğimiz şu ki; zâhirî ilmi halk öğretir, bâtınî ilmi Hakk öğretir. Zâhirî ilim tahsil edildikçe insanın bilgisi artar, Allah-u Teâlâ öğrettikçe insanın hakikat bilgisi artar.


 

Önceki Sonraki

İçindekiler