Allah-u Teâlâ gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattığını beyan buyurduğu halde, sen ise O’nu hâlâ yarattığı mülkünün içinde arıyor ve zannediyorsun!
Bu zannınla hakikatı nasıl anlayabilirsin?
Arşırahman da, diğer bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. O ise Arşırahmanı da kuşatmıştır.
“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisa: 126)
Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Rahman’dır.” (Furkan: 59)
O’nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O’nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah’ın arşından hayat ve vücud dağılmaktadır.
Nasıl ki Allah-u Teâlâ Arş’tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyorsa, mânevî hayat da yalnız ve yalnız “Rahmeten Lil-âlemin” olan, Allah-u Teâlâ’nın Resul-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm’dan gelir. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u Teâlâ’nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe kişide hayat olamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
O, Rabbül-âlemindir. Âlemleri O yaratıyor. İçte O. İnsanoğlu zannediyor ki kendisi var, O’na bakmaya çalışıyor. Ne kadar ters bir durum!
Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır O var. Perdeye “Ol!” diyor, perde oluyor. Yaratan O’dur. Yani O içte, sen dışta... Sen dıştasın, içtekini aramaya, perdede O’nu görmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir. Sen bir perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi kaldır O var.
•
Ve bunlar her ne kadar okunsa dahi Allah-u Teâlâ hakikatı duyurmadıkça bilinmesi mümkün değildir. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.
Anlayamayacağınız halde bunlar size niçin anlatılıyor?
Allah-u Teâlâ Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinin nihayetinde şöyle buyuruyor:
“Bunu bir bilene sor! (Bunun gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır.)” (Furkan: 59)
Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır.
Böyle bir kimseye de uy ve yolundan git.
Bu Âyet-i kerime, Vahdet-i vücud’u doğrudan doğruya hem beyan ediyor, hem de açıklıyor.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildiriyor ve bildirdiğini de beyan ediyor. Yani onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 26-27)
Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun dışında mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Hazret-i Allah olduğu için ona O öğretiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı. Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
İlhamdan hâsıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında kıyamete kadar böyleleri daima bulunacaktır.
Bu Hadis-i şerif’lerden görülüyor ki Allah-u Teâlâ bu hakikatı ancak dilediğine bildiriyor. Bu esrarını yalnız onlara duyurmuş ve yalnız onların bilebileceğini buyurmuştur.
Hülâsa olarak arzedelim: Kim bilir? Bunlar bilir. Nasıl bilir? O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile konuşuyor. Demek ki bildirdiği kimseler var ve size bildiriyor. Bildirdiği kimselerin olduğunu bildirmek için bunlar size söyleniyor.
Bunu ancak bildirdiği kimse bilir. Bildirdiği kimsenin dışında isterse âlim olsun, hiç kimse bilemez.
Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ bu hakikatı bilenlerin olduğunu haber veriyor. Ve ben de size bildiriyorum. Demek ki bildirdiği kimseler bildirilen her şeyi biliyormuş.
Bilenler bunun böyle olduğunu bilir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi’de:
“İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” buyuruyor. (Hâkim)
İşte haber veriyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etmiştir. Melekler ve âdâleti yerine getiren ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına şâhitlik ettiler. O Azîz’dir. Hakîm’dir.” (Âl-i imran: 18)
Bu Âyet-i kerime çok şümullüdür. Allah-u Teâlâ önce Zât-ı kibriyâ’sı ile başlıyor, sonra kendi şehâdetine melekleri ve üçüncü olarak da âdâleti yerine getiren ilim sahiplerini katmaktadır.
Bu âdâlet-i ilâhî’ye ancak O’nun bildirmesi ile mümkün olur. Yani satır ilminden alınmaz. Ancak sadır ilminden bildirdikleri bilirler.