İslâm binası bu dört direk üzerine kuruldu. Allah-u Teâlâ her birine ayrı ayrı meziyetler vermiş, her biri ayrı ayrı tecelliyatlarla, ayrı vazifelerle gönderilmiş, birine verilen lütuf diğerine verilmemiştir. Hepsi de birer nurdur. Onlara verilen meziyetleri hiçbir beşerin hafsalası almaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radiyallahu anhüm- ile Uhud dağına çıkmıştı, onlar orada iken zelzele oldu.
Bunun üzerine buyurdular ki:
“Ey Uhud! Kımıldama, dur! Üstünde bir Peygamber, bir Sıddık, iki şehid vardır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1492)
Bu mucize beyanı ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ile Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in şehit olacaklarını haber vermiş oldu.
Mübarek isimleri “Abdullah” tır, “Ebu Bekir” ismi onun künyesidir. “Sıddık” ve “Atik” lâkapları ile de tanınır. Babasının adı Osman olup, Ebu Kuhâfe künyesi ile tanınmıştır. Annesi ise Selma Ümmül-hayr’dır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın doğumundan iki yıl sonra dünyaya gelmiş, ahirete intikallerinden iki yıl sonra da vefat etmiştir.
İslâmiyet’in intişarından önce de hakikatı arayanlardandı, putlardan nefret ederdi. Yüksek seciye sahibi bir zat idi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın öteden beri en sadık dostu olması hasebiyle, dâvetini ilk kabul eden odur.
Allah-u Teâlâ’nın Nur’u Muhammed Aleyhisselâm kendisine:
“Ben Allah’ın Resul’üyüm, seni Allah’a kulluğa dâvet ediyorum.”
Buyurduğu ve sözünü bitirdiği anda müslüman olmuştu. Onun hidayete ermesine fevkalade sevinen Resulullah Aleyhisselâm:
“Ebu Bekir’den başka, İslam’a dâvet ettiğim herkes bir tereddüt geçirdi. Ebu Bekir ise ne durakladı ne de tereddüt etti.” buyurmuştur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Eğer kendime bir dost edinmiş olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i dost edinirdim. İyi bilin ki, sizin arkadaşınız Allah-u Teâlâ’nın dostudur.” (Tirmizi: 3662)
Peygamberlikten önce o Nur’un en sâdık dostu idi. İslâmiyet’ten sonra da en aziz arkadaşı, en fedakâr ve vazifeperver yardımcısı, peygamberlik sırlarının en samimi mahremi, kudsi emanet yönünden sırdaşı, cemâlinin ve kemâlinin aynası oldu.
Haiz olduğu bu yüksek rütbe o derece şâyân-ı gıpta idi ki; Resulullah Aleyhisselâm bir şeye gücendiği veya müteessir olduğu zaman, Ebu Bekir -radiyallahu anh- gelecek olsa, derhal tebessüm eder ve üzüntüsü hemen giderdi.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Ebu Bekir benden, ben Ebu Bekir’denim. Ebu Bekir dünya ve ahirette benim kardeşimdir.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında yeri daima muhafazalı idi. Henüz gelmemişse boş bırakılır, oraya kimse oturmazdı. Resulullah Aleyhisselâm mübârek yüzünü ona çevirir, ona bakarak konuşur, birçok hususlarda onunla istişare ederdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ beni dört yardımcı ile güçlendirdi. İkisi gök ehlinden yani Cebrâil ve Mikâil, ikisi de yeryüzü halkından yani Ebu Bekir ve Ömer’dir.” (Tirmizî)
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- sağ kolu ise, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- sol kolu idi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zât-ı âlî şüphesiz ki odur. Müslüman olduğu andan itibaren Resulullah Aleyhisselâm vefat edinceye kadar hep onlarla birlikte oldu. Hazarda ve seferde onunla en çok düşen ve kalkan o idi. Hicrette refakat etti. Sırf onunla birlikte olmak, onunla omuz omuza bulunmak için çoluk-çocuğunu geride bıraktı. Onunla birlikte mağarada nâzik anlar yaşadı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle üç gün üç gece beraber kaldılar.
Allah-u Teâlâ onun mağaradaki halini ve kalbine bağladığı huzur ve itminanı, bu ulvî beraberliği Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“O ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimledir.’ diyordu.” (Tevbe: 40)
Çetin harp günlerinde; Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn’de, Hudeybiye’de ve Mekke’nin fethinde o Nur’u bir an bile yalnız bırakmadı, hepsinde de canını siper ederek mücadele etti. Bu sebepledir ki, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve diğerleri gibi düşman saflarının arasına dalma fırsatı bulamıyordu. Kalbinde ve kesesinde nesi varsa onun yolunda harcadı.
Kızı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-yı nikâhlayarak daha da yakın oldu.
Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra imanda, amelde, ihlâsta, ahlâkta insanların en büyüğüdür. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez. Onun imanı İslâmiyet’in temel taşıdır.
“Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır.” (C. Sağîr)
Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere peygamberlerden sonra en üstün, en faziletli insandır. Hakikat ehlinin rehberi, müşâhede ehlinin öncüsüdür.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Ebu Bekir’in imanı, âlemlerin imanı karşılığında tartılmış olsa, onlardan ağır gelirdi.” (Beyhakî)
“Sıdk”ı getiren Resulullah Aleyhisselâm, o sıdkı tasdik eden Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmuştur.
“Sıdk”ı tasdik; Resulullah Aleyhisselâm’a iman edenlerin hepsine şâmil olmakla beraber, hususiyetle Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-a âittir. Nitekim Miraç hadisesinden hemen sonra müşrikler “Duydun mu? Arkadaşın neler söylüyor? Buna da inanacak mısın?” dediler. Hiç tereddüt etmeden: “Bunu o haber vermişse doğrudur.” cevabını verdi.
İşte onun bu kesin tasdiki üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Sıdkı getiren (Muhammed) ve onu tasdik edenler (Sıddîk) muttakilerdir.” (Zümer: 33)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Sıddıkiyet mertebesi velilik mertebesinden üstündür. Bu makamın üstünde yalnız nübüvvet vardır. Peygambere vahiy yolu ile gelen ilim, Sıddîk’a ilham yolu ile gelir.”
Resulullah Aleyhisselâm’ı sadece ademiyet gözü ile değil, hakikat gözüyle de görmüştü. Onu öyle tanımıştı ki, ahirete gitmesiyle dünyada durması arasında ona göre fark yoktu. Hakk’a nasıl tâzim ettiyse, o Nur’a da öyle tâzim etti, saygı gösterdi.
Yanından hiç ayrılmadı. Ona gönülden bağlanarak “Bağlılık numunesi” oldu. Onun bir yanılmasını, kendi doğru ve hâlis amelinden daha değerli olduğunu bilerek “Keşke Muhammed Aleyhisselâm’ın bir yanılması olsaydım.” buyurmuştu.
Câhiliye devrinde Kureyşliler’in hatırı sayılır ulu kişilerindendi. Tanınmış dürüst bir tüccardı. Kumaş ve elbise satardı.
İslâmiyetle müşerref olduğu zaman kırk bin dirhemlik serveti vardı. Malını Allah yolunda sarfetmekten müstesna bir zevk duydu. Mekke’de yaptığı gibi, Medine’de de cömertçe harcadı.
Bilâhare İslâm tarihinde fevkalâde kıymet kazanmış birçok muhterem ve mübeccel şahsiyetler, onun gayreti ve himmeti sayesinde müslüman olmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm kalabalık insan topluluklarının arasına katılarak İslâmiyet’i tebliğ ettikçe, o da yanında bulunurdu.
Unutulmaz iyiliklerinden birisi de, müslüman olmaları yüzünden çekmedikleri kalmayan zayıf ve kimsesiz müslümanları sahiplerinden büyük meblağlar mukabilinde satın alarak hepsini azat etmesi, işkencelerden kurtarmasıdır.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Resulullah Aleyhisselâm bir gün mal bağışında bulunmamızı emretti. Bu da, elimde önemli miktarda servet bulunduğu bir zamana rastladı. Kendi kendime: ‘“Eğer Ebu Bekir’i fazilette geçebileceğim bir gün varsa işte o gün gelip çatmış bulunuyor.” dedim ve malımın yarısını bağışlamak istedim.
Resulullah Aleyhisselâm bana:
“Âilene bir şeyler bıraktın mı?” diye sordu.
“Bir bu kadarını bıraktım.” dedim. Sonra Ebu Bekir -radiyallahu anh- getirip malının tümünü bağışladı. Resulullah Aleyhisselâm ona da:
“Ey Ebu Bekir! Âilene ne bıraktın?” diye sordu. O ise:
“Onlara Allah’ı ve Resul’ünü bıraktım.” diye cevap verdi. İşte o anda ben: ‘Ebu Bekir’i demek ki hiçbir zaman geçemeyeceğim.’ dedim.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kim bize bir iyilikte bulunmuşsa mutlaka karşılığını ödemiş bulunuyoruz. Ancak Ebu Bekir müstesna.
O öyle iyiliklerde bulunmuştur ki karşılığını ancak Allah-u Teâlâ kıyamet gününde ona ihsan buyuracaktır. Hem sonra, başkasının bağışladığı mal, Ebu Bekir’in bağışladığı kadar bana faydalı olmamıştır.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)
Hazret-i Ebu bekir -radiyallahu anh-in gözlerinden yaşlar aktı ve: “Yâ Resulellah! Ben ve malım sadece senin için var değil miyiz?” dedi. Değil malını, canını bile fedâ etmeye her an için hazırdı.
Mekke fethedildiği gün yaşlı ve gözleri görmeyen babası Ebu Kuhâfe’yi Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına getirdi. İslâm üzerine biat için Resulullah Aleyhisselâm’a elini uzattığında, Ebu Bekir -radiyallahu anh- ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun ya Ebâ Bekir?” diye sorunca “Babamın yerine amcanız Ebu Talib’in müslüman olmak üzere biat için elini uzatması ve Allah’ın seni sevindirmesi benim daha çok hoşuma giderdi, onun için ağlıyorum.” cevabını verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cennetin sekiz kapısı bulunduğunu, Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın da bu kapıların hepsinden dâvet olunacağını haber vermiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Cebrâil yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin gireceği cennet kapısını gösterdi.”
Ebu Bekir -radiyallahu anh- atılıp:
“Yâ Resulellah! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar isterdim, tâ ki ona ben de bakayım!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Ey Ebu Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi?” karşılığını verdiler. (Ebu Dâvud: 4652)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemizden rivayet edildiğine göre Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına girmişti. Ona hitaben:
“Müjde! Sen Allah’ın ateşten azad ettiği kimsesin.” buyurdu.
İşte o günden itibaren Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, “Azadlı” mânâsına gelen “Atik” diye isimlendirildi. (Tirmizî: 3679)
Önce Resulullah Aleyhisselâm’da daha sonra da Hazret-i Allah’ta fenâya erdi, vuslatı buldu, “Marifetullah”ın kaynağına ulaştı.
Huşû ve takvâ üzere ibadet eder, namaza kalktığında havf ve haşyetten dolayı tir tir titrerdi. Gözü yaşlıydı. Kur’an-ı kerim okurken hem ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı.
Muhabbetullah ile ciğeri püryan olduğundan, yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı?” diye sordu. Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Ben!” dedi. Aynı şekilde arka arkaya: “Bugün kim bir cenazeye katıldı?”, “Bugün kim bir fakire yedirdi?”, “Bugün kim bir hastayı ziyaret etti?” buyurdu. Ebu Bekir -radiyallahu anh- her defasında: “Ben!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Bu hasletler bir kimsede bir araya geldi mi, o kimse mutlaka cennete girer.” buyurdu. (Müslim: 1028)
Câhiliyet zamanında dahi asla puta tapmamış, içki içmemiştir.
Haramdan ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütü içince, boğazına parmak salarak istifra etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra “Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ etti.
Son derece sade yaşar, geçimini ticaretle temin ederdi. Evi misafire her zaman açıktı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında mihraba yalnız onun geçirilmesini emretmiş, diğer taraftan da:
“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız.” buyurmuştur. (Buharî)
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i şerif’e:
“Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar bâki kıl.” mânâsını vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu yüksek yol, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-den gelmektedir. Kendisi Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünüdür.” (221. Mektup)
“Ashâb-ı kiram, kendileri arasında en üstün olarak Ebu Bekir -radiyallahu anh- üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ashâb-ı kiram üzerindeki bilgisi en kuvvetli olan İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- der ki: ‘Fahr-i Âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- ahireti şereflendirdiği zaman Ashâb-ı kiram pek muzdar kaldı. Semâ altında Ebu Bekir -radiyallahu anh-den daha üstün birisini bulamadılar. Onu halife yapıp emrine girdiler.’
Bu söz onun Ashâb-ı kiram’ın en üstünü olduğunda icmâ-ı ümmet bulunduğunu göstermektedir. İcmâ-ı ümmet ise senettir, şüphe edilmemesi gerekir.” (59. Mektup)
Cübeyr bin Mutim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin yanına gelip dönen bir kadına tekrar gelmesini emredince kadın:
“Gelip de sizi bulamazsam ne yapayım?” diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
“Beni bulamazsan Ebu Bekir’e müracaat et!” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1485)
Bu Hadis-i şerif, kendisinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halife olacağını bildiren bir mucizedir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizi sevebilme lütfunu Allah-u Teâlâ’dan dilemek lâzımdır. Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun büyüklüğünü anlayamaz. Allah-u Teâlâ’nın müstesna kullarındandır.
Allah’ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken “Müslümanların ilacı” diye vasıflandırırız. Anlaşılması için mevzu arasında “Sıddık-ı Ekber” deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep bu isimle anarız. O her hastalığa bir ilaçtır. Her derde şifâdır. Bunu böyle kabul etmişizdir.
Resulullah Aleyhisselâm hastalanıp da namaza imamet edemeyecek bir halde olduğunu görünce:
“Ebu Bekir cemaate namaz kıldırsın.” emrini vermişti.
Vefatında Medine-i Münevvere’yi derin bir matem havası kaplamıştı. Böyle buhranlı bir anda soğukkanlılığını muhafaza eden zat yalnız o oldu. Daha sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. İki sene dört ay bu makamda kaldı, İslâmiyet’e çok büyük hizmetleri dokundu. En yüksek makam ve idare işlerini hep ehil ellere verdi.
Kur’an-ı kerim’i cem ederek tek bir cilt haline getirilmesini sağladı.
Muvaffakiyetinin en büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.
Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında toplanarak müslümanlığı yıkmaya teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan kaldırmayı başardı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi, ayaklanmaları kısa zamanda bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takip ettiği için muvaffak oldu ve İslam birliği kısa zamanda tekrar kuruldu.
Müslümanlık onun zamanında bütün Arap yarımadasına yayılmış, İran ve Bizans hududu dahiline girmişti.
İsabetli görüşlülüğü, muamelelerinde dürüstlüğü, tecrübe ve güngörmüşlüğü, nefsine hakimiyeti, merhameti, samimiyeti ile tanınmıştı. Mütevazi fakat vakarlı bir insandı. Rüyâ tabirlerinde de mâhirdi.
Devrinde müslümanlığın binası o kadar sağlam temellere oturtuldu ki, kendisinden sonra halife olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e hemen büyümeye hazır bir devlet, düzen altına alınmış çok güçlü bir topluluk bırakmıştı.
Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması ve o Nur’u takip etmesi sebebiyledir.
Hicretin 13. senesinde soğuk algınlığından dolayı onbeş gün kadar bir hastalıkla mübtelâ olduktan sonra, cemâziyel-âhir ayının 21. salı gecesi 63 yaşlarında oldukları halde ebedî saâdetler âlemine göç etmişlerdir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ikinci halifedir. İslâmiyet’in ilk yıllarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize düşman kesilmiş ve onu öldürmek için and içmişti. Fakat Huzur-u nebevî’ye gelince o Nur’un etkisinde kalarak Kelime-i şehâdet getirdi.
Kureyşlilerin birçok gizli plânlar yaparak Resulullah Aleyhisselâm’ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde müslüman oldu. İslâm’ın en büyük düşmanları arasında iken, bir anda en büyük muhiblerinden oluverdi.
Onun müslüman olmasıyla İslâmiyet büyük bir kuvvet kazanmış, kısa zamanda duyulmaya ve yayılmaya başlamıştır.
Kerimesi Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemizi Resulullah Aleyhisselâm’a nikâhlayarak ona kayınpeder olmuştur.
O Nur’a o kadar yakın oldu ki, her şeyini onun yolunda fedâ etti.
“Ömer benimledir, ben de onunlayım. Hak ise her nerede olursa olsun Ömer’den ayrılmaz.” (Câmiüs’sağir)
İltifatına mazhar oldu.
O da Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah Aleyhisselâm’ın bütün savaşlarına katılmış, hiçbirinde bulunmamazlık etmemiş, bütün andlaşmalarına, idarî tedbirlerine, İslâm için olan bütün teşebbüslerine en faal bir şekilde iştirak etmiş, müşavirlik yapmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ hakkı, Ömer’in diline ve kalbine koydu.” (Ebu Dâvud: 2962)
Hak ile bâtılın arasını inceden inceye ayırdettiği için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Fâruk” lâkabı verilmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin âhirete intikalinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halifeliğini şiddetle desteklemiş, onun vefatından sonra da kendisi halife seçilmiştir.
Halife olduktan sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- zamanında başarılan işleri devam ettirdi. On yıl kadar süren başkanlığı döneminde bütün İran fethedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine kadar hâkim oldular. Memleket Mısır’ın batı hududundan Asya’nın ortalarına kadar uzanıyordu. İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler, muhtelif ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu.
İslâm devleti onun devrinde kuruldu, genişledi, cihangir bir mâhiyet aldı. İslâmiyet Antakya’dan Yemen’e, Horasan’dan Trablus’a kadar geniş bir sahada yayıldı. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hâkim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adâleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülki âmirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Devlet başkanları arasında onun kadar sade hayat sürene tesadüf edilemez. Yer üstünde yatar, maiyetsiz seyahate çıkar, devlete âit develere bizzat bakar, kapısında bir tek muhafız bulundurmaksızın yaşar, fakat bununla beraber dünyanın en büyük hükümdarları onun şöhretinden titrerlerdi.
Sulh andlaşması yapmak için Kudüs’e giderken, şehre yaklaştığında üzerinde pek sade ve mütevazi elbiseler vardı. Karşılamaya gelen kumandanlar halk arasındaki nüfuz ve heybetinin azalmasından endişe ettiklerini söylemişlerdi.
Buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ’nın bize ihsan ettiği nam ve şöhret, müslümanlığa âittir. Kendi şahsım için sadelik kâfidir.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Câbir -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde onun hakkında:
“Güneş, Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı.” buyurmuştur. (Tirmizi: 3685)
Dininde gayet salâbetli idi. Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile olmak ona mahsustur. Bilhassa feraset vasfıyla meşhurdur. Birçok incelik ve mânâları söylemiştir. Fikirlerinde yüksek bir isabet mevcuttu.
Adâlet ve ahlâk timsali idi. Bütün ömrünü Hakk’a vakfetmişti. Hayatı boyunca o Nur’un yolunu ve izini takip etti.
On yıl altı ay hilâfet makamında kalan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz Mescid-i nebevî’de sabah namazı kıldırırken künyesi Ebu Lü’lü olan Feyruz adındaki zerdüşt bir köle tarafından iki ağızlı bir hançerle altı yerinden vurularak şehid edildi.
Suikasttan sonra üç gün daha yaşamış, bu en sıkıntılı anlarında bile vasiyetlerde ve tavsiyelerde bulunmuştu.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Hulefâ-i râşidin’in üçüncüsüdür. Kureyş’in en asil âilesine mensup olup, müslüman olan ilk on kişiden birisidir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- iman ettikten sonra dostlarını irşada çalışmış, cahiliye devrinde en samimi ahbaplarından olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-a müslümanlıktan bahsetmişti. Onu Resulullah Aleyhisselâm’a götürmek üzere iken bizzat kendileri Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i ziyarete gelmiş ve Hazret-i Osman -radiyallahu anh-e:
“Ey Osman! Gel, Allah’ın ihsan ettiği cennete rağbet et. Şu bir gerçektir ki, ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da hidayet rehberi olmak üzere gönderildim.” buyurmuştur.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- diyor ki:
“Duyduğum bu sözler o kadar saf ve sade, o kadar etkili idi ki, Kelime-i şehâdet kendi kendine ağzımdan döküldü, hemen müslüman oldum.”
Onun müslüman olması, Kureyşliler arasında şok tesiri yaptı, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Caydırmak için çok uğraştılar. Başaramayınca da dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Fakat azmini ve İslâm’a bağlılığını kıramadılar.
Cahiliye devrinde servet sahibi ve itibarlı bir kimseydi. Dürüstlüğü ve doğruluğu ile herkesin sevgisini kazanmıştı. O devirde de iffet ve namusu ile tanınmıştı. Böyle bir kimsenin müslüman olması, insanların İslâmiyet’e ısınmasına ve dehâletine vesile oldu.
Edep ve hayâ hazinesi idi. Bu sebeple de herkes ondan hayâ duyar, hürmet ederdi. Hatta Resulullah Aleyhisselâm dahi onun bu meziyetinden dolayı saygı duyardı.
Hane-i saâdete geldiğinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine çekidüzen vermişti. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bunun sebebini sorduğunda:
“Kendisinden meleklerin hayâ duydukları bir kimseden ben hayâ duymayayım mı?” buyurmuştur. (Müslim: 4201)
Malını Allah yolunda seve seve infak etti. Bu surette müslümanlığa büyük yardımlarda bulundu. Onun bu cömertlik meziyeti yanında ayrıca merhamet, şefkat ve hilim de başlıca hususiyetlerindendi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında yüksek bir mevkisi vardı. O Nur’a o kadar yakın oldu ki, iki defa damat olmak devletine erdi. Rukiye -radiyallahu anhâ- ile evlenmiş, onun vefatı ile de diğer bir kızı Ümmü Gülsüm -radiyallahu anhâ- ile evlenmişti. Bunun için de kendisine “İki nur sahibi” mânâsına gelen “Zinnûreyn” lâkabı verildi.
Son derece cesurdu. Bedir ve bir-iki gazâ hariç, bütün gazâlarda Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bulundu, vahiy kâtiplerinden birisi idi.
Tebük’e gidecek orduyu techiz ettiği sırada Resulullah Aleyhisselâm’a bin dinar getirdi ve kucağına döktü. Resulullah Aleyhisselâm parayı kucağında altüst edip karıştırdı ve:
“Bugünden sonra Osman’a her ne yaparsa yapsın zarar vermeyecektir.” buyurdu, bu sözü iki defa tekrar etti. (Tirmizi: 3702)
Resulullah Aleyhisselâm ondan râzı olarak vefat etmiştir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in devrinde halifenin birinci kâtibi sayılırdı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehâdetinden sonra halife seçilmiş ve oniki yıl müslümanların idaresinde bulunmuştur.
Halifeliğe geçtikten sonra da o Nur’un yolundan bir lâhza bile inhiraf edip ayrılmadı. Oniki yıllık hilâfeti esnasında birçok cefâlara göğüs gerdi, hiçbir felâket karşısında sarsılmadı, göz kamaştırıcı birçok icraatlar yaptı. Devletin temelini sağlamlaştırdı. İslâmiyet’in geleceğini koruyacak tedbirler aldı. Fütuhatlar onun zamanında da devam etti.
Devrinde İslâm fütuhatı son derece genişledi. Trablus onun zamanında fethedildi. İran’ın fethi ikmal edildi. İran’a komşu olan Afganistan, Horasan ve Türkistan’ın büyük bir kısmına İslâm bayrakları dikildi. Ermenistan ve Azerbaycan fethedilerek İslâmiyet Kafkas dağlarına kadar dayandı. İslâm tarihinde ilk deniz zaferleri onun zamanında kazanıldı. Kıbrıs fethedildi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında bir cilt halinde toplanan Kur’an-ı kerim, onun zamanında kurulan bir komisyon tarafından çoğaltılarak mühim İslâm memleketlerine gönderildi.
Mushaf-ı şerif’i değiştirmeden, çıkarma ve ilâve yapmadan terkip etmesi unutulmayacak hizmetlerden birisidir. Böylece müslümanların Kur’an-ı kerim üzerinde ihtilâf etmelerine meydan bırakılmamış oldu.
Hicretin otuzbeşinci yılında bir Cuma günü, Mısır’dan gelen âsiler sekseniki yaşında bulunan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i Kur’an-ı kerim okurken ve oruçlu olduğu halde şehit ettiler.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, Râşid halifelerden dördüncüsüdür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin amcası Ebu Tâlib’in oğlu ve damadı idi. Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Validemiz’den sonra müslümanlığı ilk kabul edenler arasındadır.
Resulullah Aleyhisselâm küçük yaşlarda baba ve anadan yetim kalıp, önce dedesinin sonra da amcası Ebu Talib’in yanında büyüdüğü için, Hazret-i Ali- radiyallahu anh- Efendimiz doğuşundan itibaren o Nur’un talim ve terbiyesinde bulunmuş oldu. Bu sadece ona mahsus bir mazhariyettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Bir kimse Ali’yi severse beni sevmiş olur, Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur.” buyurmuşlardır. (Münâvî)
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bütün Mekke devrini teşkil eden onüç seneyi Resulullah Aleyhisselâm’la birlikte geçirmiş, o Nur’un ulvî meclislerinde bulunmuş, onun tebligatını dinlemiş, ibadetlerine iştirak etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret ettiği gece çok büyük bir tehlikeyi göze alarak suikastçileri yanıltmak maksadıyla onun yatağına girmekten çekinmedi.
Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere’de Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik tesis ettiğinde Hazret-i Ali -radiyallahu anh-:
“Yâ Resulellah! Ashâbınızın arasını birbirleriyle kardeşlediniz, amma beni kimseyle kardeşlemediniz!” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin.” buyurdu. (Tirmizi: 3722)
Allah-u Teâlâ’nın, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-yı ona nikâhlamasını emir buyurması üzerine kızını onunla evlendirmiş ve:
“Kızım seni âilemin en şereflisi ile evlendirdim.” buyurmuştur.
Bir süre sonra müslümanlarla müşrikler arasında savaşlar başlayınca, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu silahlı mücadele hareketlerinin kahramanı oldu. Müşriklere karşı İslâm saflarında mertçe ve yiğitçe savaştı.
Hendek savaşı’nda büyük savunma faaliyetlerinde bulundu. Hendeği geçen müşriklerin meşhur cengaverlerinden Amr bin Vud El-Amirî’yi tepelemesi İslâm ordusunda büyük sevince sebep olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm Hayber günü şöyle buyurmuştur:
“Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah’ı ve Resul’ünü sever, Allah ve Resul’ü de onu sever.” (Müslim: 2404)
Bu söz üzerine herkes “Beni mi seçer?” ümidiyle beklerken Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i çağırdı ve sancağı ona verdi. Allah-u Teâlâ onun eliyle fethi müyesser kıldı.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ilim, takva, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip idi. Tebük’ten başka bütün gazalarda Resulullah Aleyhisselâm’la beraber bulundu. Yüzü aşkın harbe katıldı. Cesaret ve kahramanlığı pek yaman bir mücahid olan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, Bedir ve Uhud Savaşlarında da ifade edilemeyecek derecede mücadele sergiledi.
İslâmiyet’in ilk yıllarında o Nur’un etrafında pervane olduğu gibi kendisinden önceki halifeler zamanında da İslâm için canla başla çalışmış; altı yıl kadar kaldığı hilâfet makamında da şehit oluncaya kadar bir an olsun o Nur’un ışığından ayrılmamıştır.
Kendisinden önceki üç halifenin de en yakın yardımcıları o idi. Resulullah Aleyhisselâm gibi onlar da kendisinden çok memnun idiler.
Mürtedlerin, zekât vermek istemeyenlerin ve Medine-i münevvere’ye hücum edenlerin çıkardıkları karışıklıklar sırasında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i daima destekledi ve yanında yer aldı.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- yerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i bırakmak istediği sırada ilk defa: “Ömer’den başkasını istemeyiz!” diyen odur. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in, görüşlerine daima başvurduğu müşaviri ve kadısı idi.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- halife seçilince ona da hemen biat etti, yanında yer alarak daima kendisini destekledi.
Onun şehâdetinden sonra, karışık bir hengâmede halife seçildi. Dâvâyı sükûnet ve akl-ı selim dairesinde hareket ederek halletmek için çaba harcadı.
İdare merkezini Medine-i münevvere’den Küfe’ye nakletti. Bir program dairesinde hareket ederek dahili vahdeti temin etmek istedi. Vilayetlere gönderilen valiler vahdet ve sükûnu temin hususunda muvaffakiyetler gösterdiler.
İlim ve akıldan yana derecesine pâyan yoktur. Ashâb-ı kiram’ın en büyükleri bile ondan fikir alırlar, ilim öğrenirlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin.” (Tirmizî)
Çözülemeyen meseleler, onun hükmüyle karara bağlanırdı. Dine bağlı olanlara saygı, fikirlere ilgi gösterirdi. Hikmetle söyler, adaletle hükmederdi. Fevkalâde şecaat sahibiydi.
İbn-i Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında şehit edildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet üç kişiye iştiyak duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman.” (Tirmizî)
Radiyallahu anhüm ecmain.