Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halketti.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz.
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı.
“O Evvel’dir.” buyuruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A’lâ’sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana çıkmışlar, “Ol!” emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur.” (K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri: “Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi yarattı?” diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem’i, ikincisinden Levh-i mahfuz’u, üçüncüsünden Arş-ı rahman’ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş’ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü’yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammed’ür-resulullah’ tevhid nurudur.” (El-Mevâhib’ül-Ledüniyye)
Hadis-i şerif’te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir.
Bu nur kıyamete kadar devam edecek olan nurdur. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren gelen bütün peygamberler hep Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru ile geldiler. Bu nur her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nur, sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Daha sonra o nur vekillerine sirayet etmeye başladı ve bu nur kıyamete kadar devam edecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gerçekten size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” buyuruyor. (Mâide: 15)
“Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır. Zira ancak onun vasıtası ile hidayete erişilir.
“Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir. O bir hidayet rehberidir.
Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikatı nasıl bulurdu?
Ruhlar âleminde “Elest bezmi”nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf: 172)
Hitâb-ı izzet’ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. “Âlem-i şehadet”te son peygamber, “Âlem-i misal”de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif’lerinde bu hakikatı beyan buyurmuşlardır:
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ’nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm’ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halkedildiği beyan ediliyor.
“Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim.” (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsa’dan da.” (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Ben Âdem yaratılmazdan ondörtbin sene önce, Azîz ve Celîl olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. C.12, sh: 404)
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği peygamber kulları da derece derecedir. Sayıları yüzyirmidörtbini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî’nin birer tecellileridirler. Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız.” (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde Allah-u Teâlâ’ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.” (İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.” (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ulül-azm peygamberlerin en üstünüdür.
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdet asrına erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman Peygamber’inin zaman-ı saâdetine erişirlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
“Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek.” (Âl-i imran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm’dır.
“Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm’a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ’ya söz vermişlerdi.
“‘Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti.” (Âl-i imran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
“Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi.” (Âl-i imran: 81)
O Azîz peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
“Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imran: 81)
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı bildirilmektedir:
“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 82)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Siz beni hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Benim hakkımda ‘Allah’ın kulu ve elçisidir.’ deyiniz.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu meth-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar, tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber’lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
“Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaat-ı uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır.
“Ey insan!” (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm’dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ ona kendi lütf-u kereminin bir nişanesi olarak “Yâsin! = Ey insan!” buyurdu.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin: 4)
Âyet-i kerime’sinde en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen ve beşeriyete duyurulan insan odur.
“Asluhu nûr cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ benî âdem.”
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime’sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir, en keremlisidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Allah-u Teâlâ onun hakkında bir Hadis-i kudsî’de:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyurdu. (K. Hafâ. c. 2, sh: 164)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Sebeb-i mevcudat, yani mevcudatın yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcudatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür, her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebeple Sebeb-i mevcudat olmuş oluyor.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenâtı donattı. Onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı. Onun Sebeb-i mevcudat oluşu bu noktadandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzımdır, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Bu noktada gizli bir sır söyleyeyim:
Fakir: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah” dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.” diyorum.
“O Hakk’ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Allah-u Teâlâ nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı. O nur mükevvenâtın mayası oluyor. Yani mükevvenâtın aslı, Allah-u Teâlâ’nın nurudur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur: 35)
Bu Âyet-i kerime’nin en gizli sırrı, tarif ettiğim bu sözün içinde gizlidir.
“Nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.”
Halbuki nur da O’nun, yaratan da O, hep O... Hep Allah!..
Kendi nurundan yarattığı için, kendi nurundan mükevvenâtı donattığı için hiçbir katkı yok. Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.
Eğer bu noktayı kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünüzle görmeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nurundan “Nur” unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış. Yani bu mükevvenâtın malzemesi nurdur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten lil-âlemîn” dir, hem de “Ebul-ervah” tır.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan almıştır. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o “Nur” dan da mükevvenâtı donattığı için, o noktada “Rahmeten lil-âlemîn” olmuş, âlemlere hayat veren kaynak olmuş, aynı zamanda “Sebeb-i mevcudat” olmuştur.
O “Rahmeten lil-âlemin” olduğu için, âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Nereye baksan hep o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden gelir.
O ki, Allah-u Teâlâ’nın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir, o bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatın köprüsüdür.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar devam edecek, insanlar o nurla hidayete ereceklerdir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkatın en şereflisidir.
Allah-u Teâlâ onu dost edindi, adını adı ile andı, ona imanı Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah” tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine âittir. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
O hem peygamberler silsilesini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdır. Güneşin doğmasından önce insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nuru, gurur ve sürûrudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın habibi, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlarının menbaı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzetin sahibi, ezel sırlarının müşahidi, Kelâm-ı kadim’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir.” (Tevbe: 128)
Yaratan ona “Azîz” buyuruyor. O öyle bir “Azîz” dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir nurdur ki, nurları o nurdan yarattı.
O öyle bir ruhtur ki, ruhları o ruhtan yarattı.
O öyle bir kandil ki;
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab: 45-46)
Âyet-i kerime’si ile bütün âlemleri nurlandıran bir kandil olarak vasıflandırılıyor.
İşte nurundan nurunu yarattığı için:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’in tecelliyâtı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize mahsustur. Allah-u Teâlâ kendi suretini aynada aksettirdi. Aslı nur olduğu için nur nura aksetti.
“Âyinedir bu âlem her şey Hakk ile kâim,
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”
Allah-u Teâlâ o aynada aksetmiş, Yaratmak başka, aksetmek başka.
O öyle bir ahlâk sahibidir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ona;
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” buyurdu. (Kalem: 4)
O öyle bir rehberdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Doğru bir yol üzerindesin. Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği (Kur’an yolu üzerindesin).” (Yâsin: 4-5)
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile Nur-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
“Nur üstüne nurdur.” (Nûr: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm, hayât-ı saâdetlerinde o nuru taşıdı, o nur ile iş gördü.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
Âyet-i kerime’sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
Onlar o Nur’un vârisi oldukları için, o nur onlara o Nur’dan geliyor. Binaenaleyh onlarda bulunan nur, o Nur’dur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi zâtına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.