Hakikat yolu edepten ibarettir, tarikat baştan başa edeptir. Edepten mahrum olan her şeyden mahrumdur.
Mürid her zaman Hakk ile olduğunu düşünerek, hiçbir zaman edebe aykırı hareket etmemeli, velev ki yatakta bile olsa.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Onlar ayak ayak üzerine atmak şöyle dursun, yatarken dahi ayaklarını uzatmamışlardır.
Efendi Hazretleri otururlarken hep ayaklarını toplar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayat boyunca huzurda idiler. Öylece ahirete intikâl ettiler, öylece kabre kondular.
Bir şey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi. Mübârek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi. Fakat bir bıçak gezdirseniz, o boşluğu hissederdiniz. Bunu yapmak çok zor ve çok büyük bir iştir.
Allah’ımız o edeplilerin edebinden edep ihsan buyursun.
Edep elbisesi bir muhafazadır, kişiyi muhafaza eder. O bir lütuf tacıdır, onu giyen her belâdan kurtulur.
Pejmürde bir elbise giymekle, güzel bir elbise giymek arasında fark olduğu gibi, mâneviyat da böyledir. Lâubâli bir hâl ile edep hâli arasında çok fark vardır. Mürid her hâl ve hareketinde kendisini kontrol altında bulundurmalı, adımlarını ölçü dahilinde atmalıdır. Zanla değil edeple yürümeli, sünepeliğe sapıp da hiçbir zaman lâubâli olmamalıdır.
Lâubâlilik mürebbi ile aradaki mesafeyi daraltır, eşitlik husule getirir. Nefis bunu ister. Fakat bu hâl, düşerek helâk olmaya vesile olur. Bakarsın ki, bir anda bütün amelleri boşa çıkar.
“Kurb-i sultan âteş-i sûzan.”
Sultana yakınlık yakıcı ateş gibidir. Edebe mugayir küçücük bir hareket büyük felâketlere sebep olur.
Onun içindir ki uzak durmak hayırlıdır. Resmiyet, bilmeyerek de olsa yapılan hataları hep önler. Zaten hakikat yolundaki yakınlık kalbendir.
Eğer hayır istiyorsak, istediğimiz gibisini değil de, istendiği gibisini tercih etmemiz lâzım.
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir.
•
Tarikata girmenin şartı, Allah-u Teâlâ’ya karşı edepli, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e karşı edepli, mürşide karşı edepli olmak üzere üçtür:
Edep meallah: Sâlik, yaratılan ne ki varsa Allah-u Teâlâ’nın dergâh-ı izzetine boyun eğdiğini, bunların hepsinin bir gün yok olacağını, yalnız Allah-u Teâlâ’nın bâki kalacağını bilmeli ve bu itikad üzerine olmalıdır.
Edep mear-rasûl: Sâlikin çalışıp kendini “Fettebiûni...” makamına eriştirmesi, her hâlinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize hürmet vecibesini muhafaza etmesi gerekir.
Edep mea’ş-şeyh: Sâlik şeyhinin nâib-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- olduğunu ve ancak Hakk’a vuslatın bu yolla mümkün olacağını bilmeli, huzurunda ve gıyabında gereken edeplere riayet etmelidir.
Orduda disiplin ne ise, mânevî mektepte de edep odur. Zirâ zâhiri disiplin dışa hükmeder, bâtınî disiplin doğrudan doğruya içe hükmeder.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müride lâzım olacak edepler hususunda “Mektubat” adlı eserinde buyurur ki:
“Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzuları onun eline bırakmalı, gassalın elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. İlk fenâ hâli Fenâfişşeyh’te başlar, bu ise Fenâfillâh’a çıkmaya vesiledir.” (61. Mektup)
“Bu tarikat-ı aliye’de tâlibin ilerlemesi, bağlı olduğu şeyhin tasarrufu ile olur. Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez. Zirâ nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir. Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir neticesidir.”
“Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadâkatlı bir tâlibe kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da güçlüdürler. Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis bir hâle getirir.” (221. Mektup)
“Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun râzı olmadığı şeyleri kendisi için felâket bilmelidir. Yâni bütün arzusu onun rızâsına kavuşmak olmalıdır.
Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine teveccüh etmelidir. Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun yanında iken ondan başka kimseye bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir.
Mümkün olduğu kadar gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya ve oturmaya dikkat etmelidir. Namaz kıldığı yere ayak basmamalıdır. Abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir.
Onun bulunduğu tarafa gıyabında ayak uzatmamalıdır. O tarafa tükürmemelidir.
Şeyhinden her ne südur ederse, onu doğru ve iyi bilmelidir. Onu isterse doğru görmemiş olsun. Zirâ o, yaptığını ilham ve izin ile yapar. Bunun için hiçbir işine bir şey söylenemez. İlhamında hata olsa bile ilhamda yanılmak ictihadda yanılmak gibidir. Karşı gelmek câiz olmaz.
Şeyhini seven bir tâlibe, şeyhin her yaptığı ve her sözü sevgili gelir. Onda itiraza yer yoktur.
Külli ve cüz’i her işte, yemekte-içmekte, giyim-kuşamda, ibadet ve taatlarda hep ona uymalıdır. Namazı onun gibi kılmalıdır. Fıkhı onun ibadetlerini görerek öğrenmelidir.
Hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz etmemelidir. Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz.
İnsanların en şakisi, saadetten en uzak olanları bu büyüklerde kusur gören kimselerdir. Allah-u Teâlâ bu büyük belâdan bizleri korusun.
Bir mürid, şeyhinden kerametler ve hârika işler talep etmemelidir. Gönlünden böyle bir şey geçirmemelidir. Bir müminin peygamberinden mucize istediği hiç görülmüş müdür? İnanmayanlar mucize ister.
Gönülde bir şüphe hâsıl olursa, hemen şeyhine arzetmelidir. Şüphesi izâle olmazsa, kusuru kendinde aramalıdır. Hiçbir şekilde şeyhinde kusur görmemelidir.
Rüyâsı varsa, onu gizlememeli, şeyhine anlatmalı, tâbirini ondan beklemelidir. Kendisinde inkişaf eden durumları dahi ona arzetmeli, doğru olup olmadığını sormalıdır. Kendi keşflerine asla güvenmemelidir. Zirâ bu âlemde doğru ile yanlış karışık durumdadır.
Bir zaruret olmadıkça ve izin almadıkça, ondan ayrılmamalıdır. Ondan ayrılıp başkasına gitmek müridliğe yakışmaz.
Sesini onun sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Onunla yüksek sesle konuşmak edepsizlik olur.
Kendine gelen her feyzin, her keşfin onun vâsıtası ile geldiğini bilmelidir. Rüyâsında başka şeyhlerden feyz geldiğini görse, bunu dahi kendi şeyhinden bilmelidir.
Hülâsa ‘Tarikat baştan başa edeptir.’ sözü darb-ı mesel hâline gelmiştir. Edebi gözetmeyen mürid, Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olamaz.
Şayet bir mürid edeplerden bazılarını yapamadığı için üzülürse, çalıştığı halde başaramazsa afv olunur. Lâkin mutlak surette kusurunu itiraf etmesi lâzımdır. Eğer Allah korusun edeplere riâyet etmez, bundan dolayı da üzülmezse, bu büyüklerin bereketlerinden mahrum olur.” (292. Mektup: Muhtasar olarak)
“İyi biliniz ki, bu tâifeyi inkâr etmek, öldürücü zehirdir. Bu büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz etmek, insanı ebedi ölüme ve sonsuz felâkete götürür. Hele bu inkâr ve itiraz kendi mürşidine karşı olursa, o zaman tehlike daha büyük olur.
Bu tâifeyi inkâr edenler, onların bereketlerinden mahrum olurlar. Onlara iftira edenler ziyan ederler, hem de her zaman...” (313. Mektup)
Mürid dört kısımdır:
1- Daima dinler, hiç konuşmaz, o kârdadır.
2- Söyleyicidir, hep konuşur, o zarardadır.
3- Emir alıcıdır, o tasarruftadır.
4- Emir vericidir, o boşluktadır.
Nefsimize tâbi olduğumuz için gerçekten bugün hakiki mürid pek azdır. Ekserisinin gönlü şeyhlik ve halifeliktedir.
Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürid olamaz. Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirse gerçekten mürid olamamıştır.
•
Mürşid, tevazu kanatlarını yerlere kadar serecek, herkes o kanatların üzerine rahatça basabilecek. Yolun temeli budur. Gaye hizmettir, lâf değildir, efendilik beylik değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” (C. Sağir)
Yalnız bu noktada bir incelik var. Evet tevazu kanatları herkesin ayakları altındadır. Ne mutlu o insana ki o kanadın altına girer, ne bahtsız o insan ki üstüne çıkar!