Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur’an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir.
Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” buyuruyorlar. (Keşf-ül Hafâ)
İşte vehbî ilim buna denir.
Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan marifetullah ilmi husule gelir.
Onların “Kitabullah” oluşu bu sebepledir. Sadır ilmi ile satır ilminin ayrılık noktası da burasıdır. Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların kalplerinin Hazret-i Kur’an olduğunu beyan buyuruyor. Kalplerine tecelli etmesiyle Hazret-i Kur’an’ı nakşediyor. Onlara bu ilmi akıttığı için, Allah-u Teâlâ’nın kitabı olmuş oluyor. O kitaptan isterse sırları kitabına geçirir, isterse geçirmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebû Dâvud)
Birinci müminden mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kula tecelli ettiği zaman, o kalbe nakşeder ve akıtır. Onun kalbi artık bir kitap olur. Öyle bir kitap ki satırlar arasında bulunmaz.
Niçin bulunmaz? O bildiriyor, O gösterdiği kadarını gösteriyor. Buraya zâhir ehli giremez. O satırda gezer, sadır ilminden habersizdir, çünkü burada bir berzah var.
Allah-u Teâlâ kalbe nakşeder ve ilham suretiyle kalpteki nakışları peyderpey söyletir. Neler nakşettiğini, ona bu nakışları nakşeden Nakkaş bilir.
Bu hale gelmiş bir kimse yalnız Hakk’ı bilir. O bir maskedir, bir hoparlördür, ne bildirdiyse onu bilir, ne gösterdiyse onu görür. Bu ilmin Hakk’tan geldiğini de bilir.
Hazret-i Kur’an’ın verdiği ilimle, kalplerinde hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar esrâr-ı ilâhî’yi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki onun bildiğini başkası bilemez. Çünkü bu sadır ilmidir, zâhirî ulemanın ilmi ise satır ilmidir.
Zâhirî âlimlerin satırdan aldığı ilmi, nefisleri karatahtasına nakşeder, onun için “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. O karatahtadan o ilimleri okudukça kendini görür ve kibirlenir, kibiri nisbetinde kendisini büyük görür, herşeyi bildiğini zanneder, gerçekten câhil olduğunu bilmez.
Onlar sadır ilmini bilemedikleri için satırda kaldılar. Allah-u Teâlâ’nın bu ilmini cehaletlerinden ötürü inkâr ettiler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında beyan buyurduğu Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurmaktadır:
“Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut: 49)
Kibir ve gururda haddi aşanlar, doğruyu kabul etmeyip büyüklük taslayanlar işte bunlardır. Sonunda da lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kelâmını anlamaktan mahrum edilen kimselerdir.
Onlar hakkında bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)
Birisi ilâhî kelâmı anlamaktan mahrum ediliyor, diğerinin kalbi ise Hazret-i Kur’an oluyor.
Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona varis kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir.
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin tecelliyâtına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk’ta fâni olduğu zaman bu durumlar husule gelir.
Allah-u Teâlâ iman nuru ile kalbi vüs’at bulan kulları hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer: 22)
O öyle münevver bir kalbe sahiptir ki, esrâr-ı ilâhî an be an tecelli edip durmaktadır. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vâkıftır.
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzere kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ancak ona duyurur.
Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın nurunu taşıyan ve nuru yayanlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu nuru bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle açıklamıştır:
“Mümin-i kâmil’in ferasetinden sakınınız. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi)
Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı keşfedeceği büyük ihtimaldir. Bu lütfu onlara Allah-u Teâlâ vermiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de Hakk ehlinin kalplerindeki nuru Zuhal yıldızına benzetmişlerdir. Doğduğu zaman o yıldızın bir ok gibi ziyası nasıl karanlıkları delip geçiyorsa; Hakk ehli de böyledir, kalplerindeki ilâhî nur sayesinde keşifleri mümkün olur.
O göz onun değildir. İlâhî bir nur ile bakar, O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyât-ı ilâhî’sine mazhar olanlardır.
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar.” (En’am: 125)
Bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nur’a götürürler. Her iş ve icraatları Hakk’ın emriyledir. Asla kendi başlarına hareket edemezler. Bunun için de rehber-i sâdıktırlar. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurduğu kullar işte bunlardır. Hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye içinde bulundurduğu için de bunlar yanılmazlar. Bunlar mahfuz olanlardır. Tasarruf-u ilâhî ile hareket ederler.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a hitaben:
‘Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah’a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah’tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.’ buyurdu.
İsa Aleyhisselâm:
‘Yâ Rabbi! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?’ diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
‘Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.’ buyurdu.” (Ahmed bin Hanbel)
İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder.
Azim nisbetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)
Peygamberlik kulun çalışması ile kazanılan bir haslet olmayıp, Allah-u Teâlâ’nın bir lütfu olarak dilediğine verdiği gibi; hikmet de hakîm kimselere Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur, verilme iledir, çalışma ile elde edilmez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Hikmet, dünya ve ahiret hayırlarını içine alır. Hikmetsiz bir hayıra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayıra erilir.
Hikmet verilen kişiye nurânî basiret bahşedilmiştir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ancak iki şeye imrenilir: Birine Allah mal vermiş hak yolunda harcatıyor. Diğerine hikmet vermiş onunla amel ediyor ve onu başkalarına öğretiyor.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 66)
Demek oluyor ki hikmet sahibi olan insanlar, bu hikmetle yükselirler, halka muallim olmak hakkını elde ederler.
Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah kime hayır murad ederse, onu şer’i meselelerde âlim yapar.
Ben yalnız taksim ediciyim, veren ise Aziz ve Celil olan Allah’tır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 64)
Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ dilediğine bu lütfu bahşediyor. Diğerleri de nasipleri kadar nasibini alıyor ve orada kalıyor.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Hikmet, şereflinin şerefine şeref katar.” (Câmiüs-sağîr: 3827)
Konuşunca hikmetle konuşur, düşününce hikmetle düşünür ve hareket edince de hikmetle hareket eder.
Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a yaklaşmak için çalışırsa Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” buyuruyor. (Nur: 35)
O nur, kalbe akıttığı mârifetullah nûrudur. O ruhu da Kudsî ruh ile çevirmiş, her şeyden muhafaza ediyor.
Bunlar bir kimsede cem olduğu zaman “Nûrun Alâ Nûr” oluyor. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın seçtiği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu taktığı, kendisine çektiği kullarda olur, ancak o kullarda bulunur, başkasına şâmil değildir.
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir ve görülür. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Takvâ üzere olursanız, mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbîdir. Yani herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için, bu ilme hiç kimse hiçbir surette sahip çıkamaz. Çünkü görülüyor ki veriliyor, bir çalışma yok, yani miras. Kimisi çok çalışır, bir ev yapar, öbürü de hiç çalışmadan mirasa konar. Bu ilim de böyledir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine vâris kılar ve kimseye bahşetmediğini dilediğine verir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu ilmi tarif ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)
Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile yönelmesiyle, kalbine nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir. Bu ilim has bir ilimdir. O’nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruyor. (Yusuf: 76)
Farz-ı muhal ki büyük bir elmas parçası var. “Bunu satıyoruz, bir milyon liraya alır mısınız?” deseler, bu mücevherin kıymetini bilmeyen kimse: “Ben ne yapayım bu taşı, beni kandırmaya mı çalışıyorsun, hiç ben kanar mıyım?” der. İşte bu da bir akıldır. Fakat anlayanın eline geçtiği zaman, parça parça yapar milyarlara satar. Bu da bir akıldır. Çünkü biliyordu, bilgisini kullandı, mücevheratın kıymetini takdir etti.
Bu bir temsildir ve bu temsilde gizli sırlar var. İyi bilin ki bu insanların her biri bir taş değildir. Elmas olanlar da vardır. Amma kimde olduğu belli olmaz.
İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ’dan verildiği için, bir kimse âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin ve bu Hadis-i şerif’lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.
İlim mesleğinin ehli ve âşinası olmadığı, vukufiyet kesbedemediği, ilmi ve aklı yetmediği için birinci basamakta kalmış. O ise kendisini allâme zannediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Faydalı ilim” olarak vasıflandırdığı ilim mârifetullah ilmidir. Bu ilme “İlmullah” da denilir. İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk’a ulaşmaktır.
Amma kendilerinin âlim olduğunu zannedenlerin bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omuzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti.
Rabbim, bir kısım ilmi gizli tutmama dair benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını biliyordu.
Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı. Yani ‘Serbestsin, istersen başkalarına söyle istersen hiç kimseye söyleme.’ dedi. Kur’an’ı bana öğretti. Cibril devamlı olarak Kur’an’ı bana hatırlatıyordu.
Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni memur etti.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye)
Bu Hadis-i şerif’te gizli tutulması emir buyurulan ilim, nübüvveti ilgilendiren ilimdir. Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat ilmidir. İfşâ edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtınî ilimdir.
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ’nın sırlarından bir sır, hikmetlerinden bir hikmettir, onu ancak dilediği kulunun kalbine atar.” (Camiüs-sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların isimlerini yalnız Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine bildirdiği gibi, bu sırları da en yakın arkadaşlarına ifşa etmiştir.
Bir insanın gerçekten bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O’nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Allah-u Teâlâ kiminle beraber olursa, o kimse en büyük saâdete ermiştir.
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ’dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir. Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisini ayrı ayrı vazifelerle göndermiştir.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şöyle tarif buyuruyor:
“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığını da verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ yüz senede bir gönderdiği her kulunu ayrı bir tecelliyatla gönderir. Bir daha o tecelliyatla o ilimle göndermediği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar onun yerinin boş kalacağını beyan buyuruyor.
“İlmullah” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve bildirmesi ile bilinen bir ilimdir. O bildirmedikçe bir insanın bilmesi mümkün değildir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” buyurmaktadır. (Bakara: 255)
Çünkü irfan; okumakla, işitmekle husule gelmez. Kendisine âlim süsü verenler, bu ilimden habersizdirler.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide: 50)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki; ancak Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu, bildirdiği kimseler bu esrâr-ı ilâhî’yi bilirler. Diğerleri kendi kuru zanlarıyla konuşurlar.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de bu ilmi nasıl verdiğini ifşâ ederek şöyle buyuruyor:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara mahsustur, başkasına şamil değildir. Verilene böyle veriliyor.
Hadis-i kudsî’den de anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Ve bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırlarının esrar odalarıdır. Yalnız ve yalnız bunlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşa etseler de hepsini ifşa etmezler. Yani bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırdaşıdır. Bu hal Allah-u Teâlâ’nın has kullarına mahsustur. Başkasına şamil değil. Onu sevmiş, onu çekmiş, esrarını da ona duyurmuş. Bu kimse Allah’ın dostu olmuş, sırdaşı olmuş.
Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O’nun nuru ile O’nu görüyor, O’nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan O’nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ’yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka türlü tanınmaz.
Onlar, nurunun nurudurlar. Allah-u Teâlâ sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecelli etti, dilediğini lütfetti.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruluyor:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.
Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebu Nuaym, Hilye)
Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.
Allah-u Teâlâ peygamberlere verdiğini hiç kimseye vermemiştir. Bir kimse her ne kadar peygamber durumuna gelemese de, bu noktanın iç mânâsı; “Enbiyâya verdim, onlara da verdim.” demektir. Onlara duyurduğunu bunlara da duyurmuştur, onlara öğrettiğini bunlara da öğretmiştir. Niçin? Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetinin âlimleri olduğu için.
Allah-u Teâlâ kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemâlleştirirse, ona bir nur verir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?" (En’am: 122)
Allah-u Teâlâ’nın, hayatından hayat verdiği, nurundan nur verdiği kimseler, hakikat ile dalâleti birbirinden ayırabilir, yolunu tayin eder, yolunu şaşıranlara yol gösterir.
Gözü gören kimse ile görmeyen kimse nasıl aynı değilse; Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimse ile vermediği kimse de bir değildir. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ hal ehli ile söz ehlinin arasını ayırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur ver, kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nurumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruhla desteklediği kimselerden başkası bu esrâr-ı ilâhî’ye vâkıf olamaz. Kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullara âittir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikatı ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.
Diğer bir Âyet-i keri “Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
Bu gibi kulların ruhaniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhâri)
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.
Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiği muallimlerdir. Onlar ilmi Rablerinden alırlar, Hakk’ın talebeleridirler. Allah-u Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk’ın öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz.” (Âl-i imran: 79)
Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.
“Rabbânî olmak” demek; “Rabb’e hâlis kul olun, Rabb’e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun.” demektir. Bu iç âlem işidir.
Bu nokta değişti şimdi. Onlar “Kafa gözü ile kafa kulağı ile” bunlar ise “Kalp gözü ile kalp kulağı ile” alırlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.
Bunlar Hakk’ı bilir, Hakk’tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk’ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.
Rabbânîlerin gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah’tır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i imran: 13)
Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.
Zahirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz’idir.
Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz’daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma budur.
Hakikatı duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede ettirdikleri kadar görülür.
Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne gösterirlerse onu görürsün.
Allah-u Teâlâ’ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.
Herşeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama’nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah var.
İnsan-ı kâmil’in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif’te çok büyük esrar vardır..
Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.
Bunlar Hakk’ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.
Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm’a da bahşettiğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O’nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ dilerse Hızır Aleyhisselâm’a “Has ilim” öğrettiği gibi, dilediğine de vasıtasız ilim öğretir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a vâkıf ettirmediği ilmi Hızır Aleyhisselâm’a vâkıf ettirdi.
Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu.
“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)
Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble, çalışmakla elde edilmez, mevhibe-i ilâhîdir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Hızır Aleyhisselâm’ın Musa Aleyhisselâm’a şöyle buyurduğunu haber vermektedir:
“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzerinde yürüyorum ki, sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 102)
Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Musa Aleyhisselâm’la Kehf sûre-i şerif’inde beyan edilen yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm ise şöyle buyurdu:
“Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah’ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 102)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif ediyor. Çünkü o: “En âlim benim.” demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. “Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ’dır, âlim O’dur.”
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
İlmin sonu Allah-u Teâlâ’ya dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh” dendiği gibi, “Ledünî ilim” de denir.
Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ bildirmedikçe, duyurmadıkça kimse bu gerçekleri bilemez.
Nitekim Allah-u Teâlâ kaderin sır ilmi kendisine verilen Yakub Aleyhisselâm hakkında bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik.” (Yusuf: 68)
Yani onların muallimi Allah-u Teâlâ’dır. O’nun öğretmesi ile bilinebilir, başka türlü mümkün değildir.
Duyurunca dilediğine duyurur, gösterince dilediğine gösterir.
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, o size furkan (iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur) verir.” (Enfâl: 29)
Bu ilim, O’nun ihsan edeceği mârifet ile mümkündür.
Dikkat edilirse marifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor. Yani takvâsız marifetullah ehli olmak imkansızdır. Takvâ ise her türlü haramdan ve şüphelilerden kaçınmak demektir. Kaçınmadıkça takvâya ermek mümkün değildir.
Bunun için de hem zâhirî hem bâtınî ilim lâzımdır. Zâhirî ilim dış nizamı sağlar, bâtınî ilim iç nizamı sağlar. İç nizamı sağlayan ilim de marifetullah ilmidir.
Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler Hakk’tan korkar, halktan korkmaz. Hakk’tan korktuğu için, bütün hayatını takvâ üzerinde, O’nun rızâsını kazanmak için yürütür.
Öğretmek için bir hoca talebesini karşısına aldığı gibi, Allah-u Teâlâ da kendi talebesini karşısına alır, anlayacağı şekilde ona bir bir hakikatları duyurur, bildirir ve gösterir.
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u Teâlâ onu huzuruna alıyor ve ona bir bir öğretiyor.
Satır ilmi sahibi ne kadar tahsili olursa olsun, bu nurdan mahrumdur. Çünkü bu ilim sadır ilmidir, diğer bütün ilimler satır ilmidir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nur: 40)
Hiç kimseden hiçbir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Onların bu bilgisi Allah-u Teâlâ’nın tâliminden ileri geliyor. O’nun dilediği kadar bildirmesiyle görür ve bilirler. Hiç kimseden bir şey sormadıkları halde Hakk’tan ilim alırlar.
Abdullah ibni Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:
“Kur’an ve sünnet’te bulamadığımız bir vak’a ile karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:
“Onu salih kimselerden sorun ve onların istişaresine arzedin.” buyurmuşlardır. (Taberâni)
Evliyâ zümresi umûr-u diniyede fakihtirler. Sohbet ve nazarları kimyâdır. Allah yolunda köprü mesâbesindedirler. Kalpleri üzerinde perde yoktur.
Sıdk-i sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.
İşte bu ampuller, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nuru saçan kandillerdir. Çünkü içindeki nur O’nun nurudur. O nuru kalplerine döktüğü için kitabullah oluyor. Çünkü o kitabı kalplerine döktü. Onlar da kalplerindeki kitabı satırlara döktü.
Onlara gelen ilim Allah-u Teâlâ’nın has ilmi olduğu için de onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
“Kim Allah içinse, Allah da onun içindir.”
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu ve bildirdiği kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat bu gerçekleri bildirmeleri mümkün değildir. Zira gerek ilim gerek akıl o noktada olmadığı için kavranması mümkün değildir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bunu bir bilene sor!” buyuruyor. (Furkan: 59)
Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır. Böyle bir kimseye uy ve yolundan git.
Bu bir emr-i ilâhi’dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Bu hakikatleri bilebilmek ve öğrenebilmek için, ilim-irfan mektebine dehalet etmek zaruridir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın muallimleridir, Rabbânilerdir. Halka Hakk ve hakikatı bildirirler, gizli yollardan Hakk’a yürütüp götürürler. Bunlar Hakk’al yakîn ilim sahipleridir.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhi’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)
“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buharî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimize şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Bütün bu güzel işler Allah-u Teâlâ’nın dilemesinden ibarettir. Dilediğini sever, kendisine çeker, murad ettiğini bildirir, gösterir ve öğretir.
Oysa mahlûk âcizdir, hükümsüzdür. Hüküm yalnız yaratıcı olan, yücelerin yücesi olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bu Âyet-i kerime mucibince bütün bu ilimler, bu tefekkürler hep O’nun vermesi, ikram ve ihsanı iledir. O öğretmezse kim ne bilecek, kim öğretecek?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime’lerden birisidir.
Sana senden yakın olan sana duyuruyor, sana gösteriyor. Bunu ehl-i hakikat Hakk’al-yakîn olarak bilirler. Çünkü onlar Hakk’tan gayrısını görmezler. Kâinatın bir perde olduğunu bilen, perdeye ibadet eder mi?
O’ndan geldiğini görüyor, hem de biliyor. Hakk’tan gayrısını görmüyor, kendisinin de bir örtü olduğunu çok iyi biliyor. O örtünün altındakinden nasibini alıyor ve O’nunla her şeyi biliyor.
Sana şekillenmiş bir perde vermiş, sen perdeden ibaretsin. Amma ne kadar güzel şekillendirmiş, O’nun varlığı ile görülüyorsun.
O varlığını çektiği zaman o muazzam vücut bir kovan oluyor. İki gün dursa çöplük oluyor. Kişi bal arısı olursa, ilâhi lütuflardan istifade eder. Hem kendisine hem de beşeriyete balını sızdırır. Fakat eşek arısı olursa, o her fırsatta icraatını yapar.
Bütün bunlar bâtınîdir. Allah-u Teâlâ’ya yakın olanlara âittir. Yoksa kendisini görmeyen, Yaratan’ını tanımayan, gözü kör, kulağı sağır bir kimseye bu hakikatı bildirmek mümkün değildir. Köre ayna satmaya benzer, hiç farkı yoktur.
•
“Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok.” (Bakara: 32)