Allah-u Teâlâ’nın akl-ı meaş’ta olanlarla çekiştiğini, akl-ı mead’da olanlara tenbihat yaptığını, akl-ı nûrânî’dekilere sofrasını açtığını, akl-ı kül’de olanları kucakladığını beyan etmiştik.
Önemli olduğu için bunun da izahını yapalım:
Çekiştiği kimse; Hakk’tan ayrılmış, nefsin yaşama malzemesini temin etmeye çalışıyor. Bunların hayatları bomboştur. Çünkü Hakk’ı bırakmışlar, yoldan sapmışlar, şeytana uymuşlar, nefsine tapmışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.” buyuruyor. (Kehf: 104)
Tenbih ettiği kimse; hem nefsini düşünüyor, hem de ahirete götürecek şeylerin teminini düşünüyor. Fakat yalnız düşüncede kalıyor, ya götürür ya götüremez.
İnsanoğlu mala-mülke bel bağlamış, hepsi kendisinin zannediyor. Halbuki mülkün vârisi yine Allah-u Teâlâ’dır.
Sofrasına aldığı kimse; o artık hakikatı kavramış, yükünü atmaya çalışıyor, Hakk’a yaklaşmaya çare arıyor. O ancak burada ayılıyor.
Kucakladığı kimse; o Hakk iledir, Hakk’dan ayrılmamak için niyaz ediyor. “Allah’ım beni zâtından ayırma!” diyor. O ahirette de Naim cennetindedir. Daima Allah-u Teâlâ’nın huzurundadır.
Bu gibi kimseler hem dünyada hem ahirette Allah-u Teâlâ ile olmak isterler. Dünyadaki durumları da bu, ahiretteki durumları da bu. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” buyuruyor. (Necm: 39)
Bu “Kucaklamak” kelimesi belki yabancı gelebilir. Âyet-i kerime’ye dayanarak bu sözleri söylüyorum.
Çünkü Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Hükümdar’ın huzurundadırlar.” buyuruyor. (Kamer: 55)
Onları çok sevdiği için, onlar hakkında böyle buyurduğu için, bu kelimeyi kullandık.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse kendisine yaklaştırır. Sevdiği için, o kul kendisine yakın olmak ister. Bu kimse için hayat, ölüm, kabir, mahşer... diye bir şey yoktur. “Allah’ım beni dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de lütfundan ayırma!” diye niyaz eder. O yalnız Hakk’ı ister, Hakk ile olmak ister.
•
Aklın derecelerini ve her derecedeki akıl sahiplerinin durumlarını daha güzel kavrayabilmeniz için bazı misaller:
Bir babanın dört oğlu var. Bunlardan bir tanesini büyütmüş, okutmuş, sermaye vermiş ve ona şu tembihi yapmış: “Şu komşu bize düşmandır, çok kötüdür, ondan sakın, onunla görüşme, konuşma!” demiş. Bu tembihi yaptığı halde, o bunun tam aksini yapmış, onunla dostluk kurmuş. Onunla beraber isyana ve tecavüze yönelmiş, yoldan çıkmış, âsi olmuş.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurmuştu ki:
“Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana ibâdet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60)
Ona bu tembihat yapıldığı halde, o düşmana uydu, üstelik tecavüze de kalktı.
Oğlunuz bu hakareti size yapsa, bir baba olarak siz ne yaparsınız? Ya bir kul Allah-u Teâlâ’ya karşı bunu yaparsa, bunun cezasını siz düşünün ve kararınızı verin.
İsmi üstünde fâsık!
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
İkincisine de aynı tembihi yapmış. O babasının yanında görünüyor ve bazı işler de görüyor. Fakat düşmanı ile gizlice dostluk kurmuş, alış-verişini onunla da yapıyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere de şöyle buyurmuştu:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah’ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın.” (Fâtır: 5)
Bakanlar onu burada zannediyor, o ise sıfat-ı hayvâniyesinin icabını, icraatını yapıyor. Kiramen kâtibin melekleri ise hem her anının fotoğrafını çekiyor, hem de her kelimesini teybe alıyor. Bu işten de onun hiç haberi yok.
Üçüncüsü hâlisane hizmet ediyor, hainlik yapmıyor. Kendisini yetiştireni, yedirip içireni, mallarını emniyet altında tutanı biliyor ve şükrünü yapıyor, sahibini itiraf ediyor, yüksek maaşla da çalıştırılıyor.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, imtihan sahasında olduğunu, gönderiliş sebebini biliyor.
Dördüncüsü ise, tam bir itimat sağlamış olduğu için, kısmen işin idaresi dahi ona teslim edilmiş. Onun bu durumu, Yusuf Aleyhisselâm’ın zindandan çıkıp maliye nazırı olmasına benzer. Bir köle iken onu efendi yapmış, onu lütfu ile vazifelendirmiştir. Bu ne büyük bir saâdettir!
Buna da ihlâsı, güzel davranışları, her hususta itimada şayan oluşu sebep olmuştur. Dünyada da, ahirette de saâdet ve selâmete erdirilmiştir.
Akl-ı meaş’ta olup Allah-u Teâlâ’nın çekiştiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde haber verdiği ve “Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme.” buyurduğu cehennemliklerdir.
Akl-ı mead’da olup Allah-u Teâlâ’nın tembih ettiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’lerinde ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, yetmişikisinin cehenneme gideceğini haber verdiği dalâlet fırkalarından olanlardır.
Herkes bir dolap çeviriyor, amma o dolabın kendisini nereye çevireceği belli değil. Çünkü dünya bir dolap, Allah-u Teâlâ’nın hükmü onu nereye çevirecek?
Akl-ı nûrânî’de olup Allah-u Teâlâ’nın sofrasına aldığı kimseler; yetmişüç fırkaya ayrılan müslümanların o bir kurtuluş fırkasına dahil olanlardır.
Akl-ı kül’de olup, Allah-u Teâlâ’nın kucakladığı kimseler; artık onlar O’nun öz kulu olmuşlardır. O bir kul iken sahibi onu efendi yapmıştır.
•
Satır ilim sahipleri “Akl-ı meaş”, “Akl-ı mead” ve “Akl-ı nûrânî” ye kadar çıkar ve orada kalır.
“Akl-ı kül” ve “Ulül-elbâb” akıllar sadır ilmine dayanır. Allah-u Teâlâ dilediğini ulaştırır.