Beş çeşit murakaba vardır ve bu murakabalar sıra ile yapılır. Her birinin tecelliyâtı ayrı ayrıdır.
Bu ilk murakabada İhlâs sûre-i şerif’inin tecelliyâtı husule gelir.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed’dir, her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs: 1-3)
Gönül yolculuğunun ilk safhası başlar.
Allah-u Teâlâ’ya inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile, nur damlaları ile sulanan marifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Tefekkür gibi bir ibadet olamaz.” buyururlar. (Münâvî)
Tabii ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa âittir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Allah-u Teâlâ’yı yavaş yavaş gönülde arar.
Ve böylece murakabanın birincisini bitirmiş olur ve Hakk’a giden yolculuk başlar.
Nefsi secde mahallinden çıkarırken “Allah birdir” zikri verilmişti ve nefis oradan çıkarılmıştı. Bu noktada artık o talimat nefsin içine işler. Murakabaya geçince gerçekten Allah-u Teâlâ’nın varlığını ister istemez bilir.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu murakaba ile ilgili olarak “Mektubat” adlı eserinde şöyle buyururlar:
“Mübarek ve hususi zamanlarda yirmidört saat zarfında birkaç defa kalbi bir çanak biçiminde tasavvur edip Cenâb-ı Hakk’ın nûrlarına ve feyizlerine karşı tutunuz, zikretmeyiniz. Bu Murakaba-i ehadiyet’i zikre bedel olarak kabul ediniz. Sükûnetle ve zikir yapmadan mütefekkir olunuz. İstediğiniz kadar devam ve takip ediniz. Kalp yukarı doğru müteveccih olsun. Çünkü rahmetin inmesi yukarıda olan arş cihetinden olur. Yoksa Cenâb-ı Hakk cihetlerden münezzehtir. Diğer zamanlarda zikir yapabilirsiniz. Fakat bu murakaba zikirden üstündür.” (43. Mektup)
Sâlik dış âlemden elini, dilini ve gönlünü çeker, kendi iç âlemine döner. Bu dönüşte daima Hakk ile başbaşa kalmak, ibadetini, huzur ve huşûsunu artırmak ister.
Maiyyet üç merhaledir:
a. Fenâfîşşeyh’de maiyyet.
b. Fenâfirrasul’de maiyyet.
c. Fenâfillâh’da maiyyet.
Nasıl ki Emmâre, Levvâme ve Mülhime’ye kadar zâhidlerin sahası geniş ise, maiyyet murakabasının da sahası geniştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)
Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İmanın efdali her nerede olursa olsun, Allah’ın seninle hâzır ve her hâline nâzır bulunduğunu bilmendir.” (Taberânî)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rububiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
“Allah’ın daima kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?” (Alâk: 14)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta şöyle buyururlar:
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınmıştır. Daha büyük dikkat gerekiyor. Ehadiyet murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet fidanları oldu. Bu ekilen marifet fidanlarına bakarken Allah-u Teâlâ’nın her yerde varlığını hissetmeye başlar. Fâil-i Mutlak’ın fiillerini seyrederken, bunların Sebeb-i mevcudat olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurundan hâsıl olduğunu da düşünür. Zira Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu, o nurdan da mükevvenâtı halketti.
İlahî tecelliyatı seyretmeye devam ederken, diğer taraftan da her an kendisinin kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
Bu makam Fenâfirrasul olduğu için Resulullah Aleyhisselâm’ın muhabbeti tecelli eder. Bir delikanlı bir kızı çok severse, o kızın hayali her yerde zuhur ettiği gibi, o da artık Resulullah Aleyhisselâm’ın ruhunu ve nurunu hemen hemen her yerde temâşâ etmeye başlar. Bu da şüphesiz sevgi derecesi nisbetindedir.
Burada Fenâfirrasul olursa, yani bu tahsili de bitirmeye muvaffak olursa, Fenâfillâh kapısından içeriye alınır.
Akrabiyyet ve Muhabbet murakabaları Fenâfillâh’a giden yoldur, Allah-u Teâlâ’ya yavaş yavaş yaklaşma hissi doğar.
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Âyet-i kerime’sinin hakiki mânâsı bu murakabada tecelli etmeye başlar. Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu gözü ile görmeye başlar.
Birisi: “Allah var ve beni görüyor.” diyor, diğeri ise: “Allah bana benden yakın.” diyor. Bu iki nokta hiç bir olur mu? Bunlar hep tecelliyâttır, murakabalardan geçildikçe kişide husule gelir.
Bu mânevî merdivenlerden yükseldikçe, gönül bahçesinden bahçelere geçer, tekarrübiyet başlar. Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıkça varlığını gönülde hissetmeye başlar, ilerledikçe yakınlığını duyar. Burada da ibadet, taat ve takvâsını artırdığı gibi murakabasını da artırması lâzımdır. Zira ruhun aslî makamından inişi, süflî bedene girişi ve tekrar makam-ı asliyesine dönmesi peşpeşe yapacağı murakaba ile kaimdir. Ancak bununla mümkün olur, başka türlü yol verilmemiştir.
Bu murakabayı bitirdikten sonra Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu görür.
Artık Resulullah Aleyhisselâm’daki muhabbet Hakk’a geçmiştir. O, Allah-u Teâlâ’nın nuru ile Fail-i Mutlak’ın fiillerini seyreder. Bu yalnız ona orada verilir.
Bu muhabbet murakabasında;
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide: 54)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir.
Bu murakabada olanlar Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlıdırlar. O artık gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seviyor.
“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)
Yani fazl-u kereminden onlara vermiş. Onlar da kendilerine verilen bu lütuf ve ihsanlarla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmaya çalışırlar. Bütün ubudiyetini Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak için yapar. Başka hiçbir gaye ve maksadı olmaz. Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için canını ve malını hiçe sayar.
Nihayet Allah-u Teâlâ onları sever. Sevince de dilediğini onlara hediye eder. Buna hediye-i ilâhi denir. Böylece her lütuf ve ihsana nail olurlar. En büyüğü ise Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)
Burada Allah-u Teâlâ’ya karşı sonsuz bir muhabbet uyanır. Şüphesiz ki bu muhabbet de ona Hakk’tan gelmiştir. Bunun içindir ki yalnız Hakk için icabederse her şeyini hiçe sayar. Hiçliğini bildikçe de azamet-i ilâhî’yi görmeye başlar. Fenâ hali arttıkça irfan duygusu husule gelir.
Emanet-i ilâhî’yi O’nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı da o nisbette artar. Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve dilini çekmiştir. Çünkü onun dostu O’dur.
Artık o Hakk’ı sever, Hakk da onu sever.
Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu. Şimdi artık Hakkal-yakîn başlıyor.
Vâhidiyet murakabasında sâlik, nihayet kendisine kendisinden yakın olana kadar çıkar. Bakar ki, meğer O imiş.
Burası nefsin “Sâfiye” makamıdır. Bu murakabada;
“Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.” (Bakara: 163)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir. Bu murakabada Hakk tecelli eder.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin. O ancak bir tek ilâhtır. Yalnız benden korkun.” (Nahl: 51)
O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah’tır, her cihetten tektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım.” buyuruluyor. (K. Hafâ)
Yani O var, başka bir mevcut yok.
Bir diğer Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun.”
Demek ki kavuşuluyormuş.
Bütün varlıklar Allah-u Teâlâ’nın vücut nurlarından akseden zerreler ve zuhur mahalleridir. Yani vücud O, Mevcud O...
Bu murakabaya çıkan sâlik, her şeyin perdeden ibaret olduğunu, kendisinin bir maske olduğunu görür ve bilir.
Kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu, vücudunun da bir elbise olduğunu görünce, bakar ki meğer hep O imiş. O var, başka bir şey yok.
Hakk’a vâsıl olmakla mukarrebûn sınıfına geçer ve Kudsî ruh’la desteklenir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler. Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 10- 11-12)