Süleymancıların İçyüzü

Cep Kitapları

Süleymancıların İçyüzü

Hakikatı Görerek Aralarından Ayrılanların Ortak İntibaları


Süleymancılar fikir ve iddiâlarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le hiç ispat edemezler. Kendilerine Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif okunduğu zaman asla kabul etmezler. Hep hikâye ve hurafe anlatırlar. Ağızlarından doğru bir söz çıkmaz.

Süleymancılık için her şeyi helâl sayarlar. “Yalandan iftiradan korkmayın, biz şimdi deccalin ordusuyla harp halindeyiz, harp hiledir.” diyerek müslümanlar arasına nifak sokmaktadırlar. Meydanı serbest bulmuşlar, atlarını oynatabilmek için her renge, her kılığa girerler.

Gittikleri ve yerleştikleri her yerde ikilik çıkartmışlar; imamla cemaati, cemaatle dernek üyelerini birbirine düşürmüşlerdir.

Kendilerini irfan ordusu, mehdinin askeri olarak görürler. Yahudilerin, yahudi ırkından olmayanları dinlerine almayıp insan olarak kabul etmedikleri gibi, bunlar da kendi dışlarındaki bütün cemaatlerin sapıklık ve küfür içinde olduklarına inanırlar. Süleymancı olmayanların arkasında namaz kılmazlar.

Yurtlarından ayrılan bir talebenin ayağının kaydığını, onun artık dünyada da ahirette de belini doğrultamayacağını telkin ederler.

Bulundukları yerlerde zengin ve nüfuzlu kimseleri elde etmek için her türlü çareye başvururlar. Yalandan rüyâlar anlatırlar, iftarlara ziyafetlere davet ederler. Kaz gelecek yerden ördeği esirgemezler.

Halbuki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bir kimse salih bir zengine, malı için tevazu gösterirse, dininin üçte ikisi gider.” buyurmuşlardır.

Madde için iltifat edenin durumunu siz düşünün.

“Hacı Süleyman Efendi’ye hatem-ül evliya derler. Kendilerinin irfan ve mehdi ordusu olduklarını, Hacı Süleyman Efendi’ye rabıta yapanın doğrudan doğruya cennetlik, sırlarını dışarıya çıkaranların katli vacip, iftira, hakaret, yalan söylemenin helal olduğunu söylerler. Sırrı söyleyen dinden çıkar, kâfir olur, manevi darbeyi yer. Gökten atılanın bir parçası belki bulunursa da, bizim sırrımızı söyleyenin dünyada ve ahirette bir parçası dahi bulunmaz, derler. Hacı Süleyman Efendi’nin mehdi olduğuna kati delille inanırlar.” (Kısaltılmıştır. Vesikalarla süleymancılığın içyüzü, sh: 33, “Ben bir Süleymancı idim” isimli kitaba da bakılabilir.)

Bunlardan ayrılanlara asla sözümüz yoktur. Onlar küfre sapanlardan değildir. Küfürlerine rızâ göstermedikleri için onlardan ayrıldılar ve inşaallah imanlarını kurtardılar.

Bu sözlerimiz ancak gasp edici, soyguncu ve dilenci olanlara, süleymancılık dinine tapanlara âittir.

Nitekim Süleyman Efendi’nin yakın talebelerinden olan Hüseyin Kaplan Hoca onlardan ayrılmıştır. Yaptığı beyanlarda Süleyman Efendi’nin vefatından sonra, damadı Kemal Kacar’ın kendisini öne çıkartmak için bir takım saptırmalar yaptığını, peşinden gidenlerin makam, mevki, maddî menfaat ve garaz peşinde olduklarını söylemiştir. (5. 3. 1988)

Hilmi Türkmen ise şunları söylüyor:

“Diyorlar ki Kemal Kacar imamdır, onu tanımayan câhil olarak ölür. İşte bu tamamen sapıklıktır.

Kemal Kacar’a emirül-müminiyye diyorlar. Yani yalnız Türkiye’deki değil, ne kadar müslüman varsa bunların hepsinin başı mânâsına. Bu tâbir, bir art niyeti ortaya koymaktadır.

Hocamız Süleyman Efendi’ye Mehdi-resul diyorlar. Biz kesinlikle kendi ağzından böyle bir şey duymadık. Yeni çıktı bunlar. Sebebi de şu: Kemâl Kacar’a İsâ’lık kapısını açabilmek için, Mehdi-resul, yani Süleyman Efendi geldi, ondan sonra da arkasında İsâ olarak Kemal Kacar geldi...”

“Maddi çıkar sağlayanlar vardır. Bir misâl vereyim. Bir insan düşünün: Ticaret yapmaz, ziraat yapmaz, devletten maaş almaz. Anası babası fakirdir, ölmüşse miras kalmamıştır, ölmemişse bir şeyi yoktur. Amma bu adam devamlı mal artırmakta, zengin olmaktadır. Eğer böyle bir kimse, yetkilisi olarak başında bulunduğu bölgede bir şey almıyorsa, nasıl zengin olabilir? Kendisine sorulduğu zaman cevabı hazırdır. ‘Efendim Allah veriyor!’ Tabii ki bu işin kaçamak yönü, uydurma yönü...”

“Telkin etmiş oldukları dinen sakat olan, Kuran’a ve Hadis’e uymayan fikirleri, kesinlikle dışarıya açıklamazlar. Kabule müsait olmayan kimseye katiyen söylemezler. Bu bir gizliliktir. Çünkü bilinmiş olsa, buna karşı geçilecektir.” (5. 3. 1988)

Yine bu ayrılanlardan Vahid Garib, Kemal Kacar grubuna yazdığı altı sayfalık mektubunda ezcümle şöyle söylüyor:

“Bunlar bazı meselelerde İslâm’ın dışına çıkmışlardır. Bu derece İslâm’ın ve ehl-i sünnetin dışına çıkmış insanlarla İslâm’a ve ehl-i sünnete hizmet etmek, elbette ki mümkün değildir. Mâturidî ile Eş’arî mezhepleri arasında onüç meselede ihtilâf vardır, bu ihtilafların hiç birisi İslâm ve ehl-i sünnet dışı değildir. Buna rağmen ayrı birer mezhep olmuşlardır. Bu duruma göre bunlar mensubu bulunduğumuz ehl-i sünnet mezhebinden çıkmışlardır. Yeni mezheplerinin ismi ya henüz konmamıştır, veya kondu da biz duymadık, veyahut ileride millet tarafından konacaktır.”

Vahid Garib mektubunda sapma ve saçmalardan misaller veriyor:

“Şeriat Kemal Kacar abimizin emrine verildi, o ne yaparsa haktır.”

“Peygamberler hakkında bilinmesi vâcip olan sıfatlar vardır. Sıdk, emanet, fetanet, tebliğ, ismet. Bunların hepsi Kemal Kacar abimizde mevcuttur, abimiz için de geçerlidir.” (Mehmet Yufkayürek - Köln)

“Kemal Kacar abimiz Hazret-i üstadımızı bulmakla şereflenmedi, Hazretimiz onu kendine damat edinmekle şereflendi.” (Hüsnü Yılmaz)

“Kemal Kacar abimiz gelmiş geçmiş velilerin en büyüğüdür. Hatta Ebu Bekir Sıddık’tan daha büyüktür.” (Namık Hoca)

“Arkadaşlar! Kemal Kacar abimiz emirül-mümindir, halifedir. İtaat vaciptir, itaat etmeyen kâfirdir.” (M. Emin Hoca, Emekli Müftü)

“Dünyada vuku bulan hadiselerin hepsi zamanın sahibinden izin almadan meydana gelmezler. Bir yaprak dahi Kemal Kacar abiden izinsiz yere düşmez.” (Abdurrahman Akgül, Köln)

“Kemal Kacar abinin izin vermediği hizmetleri Allah kabul etmez.”

“Kemal Kacar abimiz ayda iki defa bütün peygamberlerin ruhuna, bir defa da meleklerin ruhuna başkanlık etmektedir.” (Hüseyin Karaosmanoğlu, İzmit)

“Bu bolluk Hazret-i üstazın hürmetinedir. Nereden ve nasıl eline geçirebilirsen yiyebilirsin, helâldir.” (Halit Aydemir, Bolu)

“Yahudi ve Hıristiyanlara selâm verilir, Kemal Kacar abiyi sevmeyenlere selâm verilmez.”

“Secdede iken Kemal Kacar abimizi hatırınıza getiriniz ki feyziniz artsın.” (Hasan Arıkan, Trabzon)

İsim isim bu sözlerinden anlaşılıyor ki, süleymancılar bu kıpkızıl küfre kayıp, küfrünü ilân edeni putlaştırmışlar ve hâşâ Allahlaştırmışlar.

Biz size dememiş miydik “O da küfrünü ilân etmiştir, ona uyanlar da küfrünü ilân etmiştir.” diye.

Vicdanınızla bu sözleri inceleyin, siz de kararınızı verin!

Adapazarı Beşköprü mevkiindeki süleymancıların yurdunu idare edenlere “Neden Din-i Mübin’i parçalıyorsunuz?” diye sorduk. “Biz süleymancı değiliz, bize yahudiler süleymancı diyor.” dediler. Yurtlarının etrafında bulunan kimselere “Bu yurt kimin?” diye sorarsanız “Süleymancıların!” diyecekler.

Onlar da bunun ne kadar kötü olduğunu bildikleri için hem yalan söylüyorlar, hem aslını inkâr ediyorlar.

Yaptıkları iş ve icraatlar İslâm’a değil, gayr-i İslâm’a dahi yakışmaz. Ancak süleymancılık dinine mensup olanlar kendilerine yakıştırıyor. Hem yahudileri beğenmezler ve fakat yahudilerin bütün huy ve prensiplerini benimsemişler, tatbik ediyorlar. Müslüman maskesi altında İslâm’ı parçalıyorlar.

“Niçin dileniyorsunuz?” dedik. Dilenmediklerini, öşür topladıklarını söylediler. Çarşıda, pazarda, köyde, kasabada, nerede bir isteyici grup görürseniz, bir de bakıyorsunuz süleymancı! Dükkân dükkân, ev ev gezmekle mi öşür topluyorlar? Bir taraftan halka mahsulünün öşürünü vermelerinin gerektiğini telkin ediyorlar, diğer taraftan memleketimizin İslâm olmadığını savunarak haram olan fâizi helâl kabul ediyorlar. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Bu milleti ahmak yerine mi koyuyorlar?

Onlara “Haram olan fâize neden helâl diyorsunuz?” diye sorduğumuzda “Dâr-ül Harp hakkındaki fikriniz nedir?” dediler. Üç kitabımızı birden ellerine verdik. “Bunları okuyun, sizden Âyet-i kerime ile cevap istiyoruz.” dedik.

Daima;

“Sözümüzü, doğru ise kabul et. Değilse cevap ver.” deriz. Bunlardan da cevap istedik. Kitabın içinde kâfir olduklarını beyan ettik. Cevap verin dedik. Fakat cevap vermediler.

Ve kâfir olduklarını kabul ettiler.

Cevap ise ancak Kelâmullah’tır. Lâf değil.

“Biz onların vakıf binasını da işgal edip depo yapacağız.” demişler.

Küfrünü ilân eden münafıklar, karşılarında bir İslâm topluluğu olduğunu bilemediler. Yoldukları kazlar gibi zannettiler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“İslâmiyet daima âlî ve gâlibdir, mağlup olmaz.” buyuruyorlar. (Buharî)

Bir müslüman on kâfire bedeldir.

Halk bunların hâlâ müslüman olduklarını zannediyor.

Bu Âyet-i kerime’lere bakıp iman etseler, onların kâfir olduklarını hemen görürler ve onlara soyulmazlar.

Yumurta var civciv çıkarır, yumurta var gıda verir. Fakat cılık yumurta hiçbir işe yaramaz. Bunlar cılık yumurtaya dönmüşlerdir. Ne gıda verir ne de civciv çıkarır. Çünkü küfre sapmışlardır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Binasını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasını çökecek bir yâr kıyısına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanıp giden kimse mi hayırlıdır?

Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez.

Yapmış oldukları binâları, kâlpleri parçalanıncaya kadar, yüreklerinde devamlı olarak bir kuşku ve ıstırap kaynağı olarak kalacaktır.

Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Tevbe: 109-110)

Bu Âyet-i kerime de hakikatı ve dalâleti ayırıyor. Sanki bu gibi gaspçılar için beyan edilmiş, umum cep cihadçılarını içine alıyor.

Çünkü bunlar zekâtı binâya ve zinâya harcıyorlar, partiye-pırtıya harcıyorlar. Ve ceplerine dolduruyorlar.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna davet vazifesini yerine getirirken, İlâhî hoşnudluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.

Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Resulüm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia edenlerden de değilim.” (Sâd: 86)

“Resulüm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabbine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Furkan: 57)

Başta Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz tebliğ mukabilinde ümmetlerinden hiçbir ücret istememişlerdir.

Hakk’ı tebliğ ettikleri, hakikata çağırdıkları topluluklara:

“Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabb’ine âittir.” demişlerdi. (Şuarâ: 109, 127, 145, 164, 180)

Hazret-i Nûh Aleyhisselâm şöyle buyurmuştu:

“Ey kavmim! Buna karşılık olarak sizden hiçbir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir.” (Hûd: 29)

Hazret-i Hûd Aleyhisselâm da şöyle buyurmuştu:

“Ey kavmim! Ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Hûd: 51)

Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti, gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu, bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.

Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imânın kuvveti için, malını Allah yolunda infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır.

Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.

Onların yolunda yürüyen Mürşid-i kâmiller de aynı izi takip etmişler, Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsından başka hiçbir menfaate yönelmemişlerdir.

İşte biz de onların açtığı çığırdan yürüyoruz. Ve şu Âyet-i kerime’nin Emr-i şerif’i mucibince hareket ediyoruz:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere tâbi olun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Doğru yolda olanları da olmayanları da bu Âyet-i kerime ayırmaktadır.

Gerçek İslâm bunu emrediyor. Bizim bütün iş ve icraatlarımız Ahkâm-ı İlâhî’ye göredir.

Bunca misafirlerimiz gelir gider, gelenlere yemek verilir. Ve fakat hiç kimseden en küçük bir şey talep edilmez. Hiç kimsenin cebine saldırılmıyor, hiç kimse soyulmuyor. Herkes kendi evine girer gibi girer ve çıkar. Niçin? Hazret-i Allah’ın emri böyle olduğu için.

Basılıp satılan kitaplardan da hiçbir menfaat beklememişizdir, bir lirası bile cebimize girmez. Eğer kâr mevzubahis ise, o da vakfa aittir. Bütün icraatlar sırf Allah için yapılıyor.

Vakıfta yatıp kalkıyorum, fakat vakfın yemeğini dahi yemiyorum. Bütün masraf şahsıma aittir. Niçin? Hakk ve hakikat yolu budur, bu yolu böyle bırakmak istiyorum.

Cenâb-ı Hakk bize gayrı yolları sımsıkı bağlatmıştır. Yemeği kaldırtmıştır, içmeyi kaldırtmıştır, menfaati kaldırtmıştır. Niçin? Hem kendimizi kurtarmak, hem de yolu arayanları kurtarmak için.

Menfaat şöyle dursun, hayalimizden bile geçmez.

Başkaları almaktan zevk duyar, biz almamaktan zevk duyarız. Yedirmek var yemek yok bizim yolumuzda. Bu yolda çalışan ücret almıyor, veriyor almıyor.

Allah’ım her türlü menfaatin kuruşundan da kuruşun kokusundan da muhafaza buyursun.

Ben şimdi bu nuru bırakıp, onun bunun cebine mi, mangırına mı tenezzül edeyim? Tenezzül edersem Allah-u Teâlâ nurunu çekip almaz mı?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyuruyor. (Âl-i imran: 110)

Bütün gayret ve çabamız, bütün çalışmalarımız bu ümmetlik şerefine, bu fâzilete nâil olmak içindir.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ’nın emirlerini onlara bildiriyoruz, nehyinden ictinâb ettirmeye çalışıyoruz.

Bu fâzilet bizim olsun, cep cihadçılığı onların olsun.

Zekât verilecek sekiz sınıf Tevbe Suresi’nin 60. Âyet-i kerime’sinde tesbit edilmiştir.

1. Fakirler: Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisab miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, iş ve güçleri olsa da zekât verilebilir.

2. Miskinler: Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede düşkün kimselerdir.

3. Zekât Memurları. (Bu şimdi yok)

4. Müellefe-i kulûb: Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.

Emr-i İlâhî böyle olduğu halde, bunlar ise büyük rahatsızlıklarla zorla almak istediklerinden ötürü ısınacak olanı İslâm’dan uzaklaştırıyorlar.

5. Köleyi azad maksadıyla harcama yapılması. (Bu da bugün için yok.)

6. Borçlarını ödeyemeyecek durumda olan borçlular. (Meşru işte borçlanılmış)

7. Allah yolunda savaşa katılmak isteyenler.

8. Yolda parası bitip, memleketine gidemeyecek duruma düşmüş olan yolcular.

Bu sekiz sınıfın haricinde zekât verilmez, verilirse tekrar vermek icabeder.

Allah-u Teâlâ’nın emri budur, nizam-ı İlâhî budur. Bu nizam-ı İlâhî’yi bozmak isteyenler ise, Allah-u Teâlâ’nın kitabına göre değil de kendi kitaplarına göre hüküm veriyorlar.

Fakirin lokması ağzından alınıp binaya zinâya verilmez. Niçin ikisini eşit tuttuk? Binaya zekât alan, zinâya da harcar.

Partiye-pırtıya verilmez. Partiye alan adam, kendisine de, zevk ve safâsına da harcar. Çünkü o da haram, o da haram.

Bunu yapanlar iyi bilsinler ki Hazret-i Allah’ın hükmünü bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Böylece Hazret-i Allah ve Resulü’nün hükümlerine karşı geliyorlar, Hazret-i Allah’ın hükmünü beğenmiyorlar. Bunların Hazret-i Allah ile ne irtibatı olur?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)

Hazret-i Allah’ın nehyettiği işleri yaparken borçlu düşen kimseye de, aldığı parayı isyan ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere de zekât verilmez.

Bankaya girmiş, fâize dalmış, içki içmiş, kumar oynamış, bu menhiyatlardan ötürü borçlu düşmüş kimselere de zekât verilmez.

Beytül-mal ismi altında topladıkları, sahte imamlara da zekât verilmez.

Veren bir daha vermek zorundadır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Çok iyi bilinsin ki bu gibi kimselere zekât verenler soyulmuşlardır. Hazret-i Allah’ın indinde makbul değildir.

Zekât verecek kimseler, yerini arayıp bulmaları gerekir.

Biz hiç kimseden zekât toplamadığımız halde gelen zekâtı mahalle sakinlerini bir bir aramak suretiyle her mahallede ehlini bulur dağıtırız. Yalnız Adapazarı’na şâmil değil, birçok şehirde bunu yaparız.

Refahçıların “Refah’tan başka İslâm yoktur.” dedikleri gibi, süleymancılar da aynı kelimeyi: “Süleymancılıktan başka İslâm yoktur.” diyerek söylüyorlar.

Bir taraftan dinini ilân ediyor; diğer taraftan yalnız kendi dinini İslâm olarak kabul ediyor, İslâm ismini veriyor.

Halbuki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Allah katında din İslâm’dır.” buyurmaktadır. (Âl-i İmran: 19)

Bunların gerçekten dinden çıktığını ve ayrı dinde olduğunu Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde beyan buyuruyor:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.

Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.

Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!

Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Mü’minun: 52-56)

Kardeşler!

Allah-u Teâlâ’nın bunları dinden çıkardığına kesin delili şudur:

“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran: 19)

“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran: 85)

“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saf: 8)

Bu Âyet-i kerime’lere inanıyor ve iman ediyorsanız, bunlara nasıl müslüman gözüyle bakıyorsunuz? Âyet-i kerime’ler okunuyor, buna rağmen hâlâ Âyet-i kerime’lere inanmıyor musunuz?.. Halbuki bütün insanlar, cinler ve melekler dahi bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar.

Ya İslâm dini’ni kabul edecekler, yahut süleymancılık dinine tâbi olduğunu ilân edecekler.

Süleymancıların kendilerinden olmayanlara selâm vermemesi ise ne kadar gaflet ve kesrette olduklarını göstermeye yeter.

Zira Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’de:

“Bir selâm ile selâmlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile karşılık verin. Veya aynıyla mukabele edin.” buyuruyor. (Nisa: 86)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde:

“İnsanların Allah yanında en makbul olanları selâmı önce verenlerdir.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud, Edeb: 144)

Selâm vermek Sünnet-i seniyye’dir. Selâmı almak ise farzdır. Süleymancılar ise selâmlaşmadıkları gibi, zoraki verdikleri selâmı da: “Essamü Aleyküm = Allah belânızı versin” diyerek verirler. Saf müslüman da selâm verdi zanneder.

Râbıtayı, Süleyman Efendi’nin ve Kemal Kacar’ın resmine bakarak yapıyorlar. Hatta Hasan Arıkan, “Kemal Kacar abimizi ziyarete gidemediğin zaman fotoğrafına bak ki sana feyiz gelsin.” demiştir.

Halbuki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Muhakkak ki şu tasvirleri yapanlar, kıyamette azap göreceklerdir. Kendilerine yaptıklarınızı diriltin denilecektir.” buyurmuşlardır. (Buharî)

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Şüphesiz ki içinde canlı resmi bulunan bir eve rahmet melekleri girmez.” buyurdular. (Buhari)

Aynı zamanda Süleyman Efendi’ye onu görmedikleri, intisab etmedikleri halde, resmine bakarak rabıta yapmaktadırlar.

Râbıtanın ancak hayatta olan Mürşid-i kâmile yapılacağını Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- 3. mektubunda şöyle beyan ediyorlar:

“Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi almak için evvelce yaşamış salih zâtlara müracaat edemeyecekleri aşikâr bulunduğundan, hali hazırda yaşamakta olan meşayıha müracaatla ihtiyaçlarını arzetmeleri gerekmektedir.” (Mektubat)

Yine duâlarında ellerini birleştirmeleri ve serçe parmağı içiçe geçirmeleri aralarındaki bağlılık gereğidir. Süleymancı olan herkes bu şekilde dua yapar.

Ve buna mümasil birçok mevzuda birer tefrika ve fitne çıkarmışlar, İslâm’da bölücülük yapmışlar ve böylece dinden çıkmışlardır.

Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Din adına sonradan uydurulan her şey bid’attır. Her bid’at sapıklıktır.” (Müslim)

“Bizim şu dinimizde kim bir bid’at uydurmuşsa, o reddedilmişlerdendir.” buyurmuşlardır. (Buhârî)

Bütün gayeleri bölücülük ve süleymancılık dinini benimsetmektir.

Onlardan ayrılan bir zât, aralarında bir hoca efendinin sakal bıraktığı için hocalığına son verilip azledildiğini nakletti.

Halbuki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:

“Allah’a şirk koşanlara aykırı olarak sakallarınızı uzatıp, bıyıklarınızı kesiniz.” (Buhârî)

“Dudaklarınız üzerine gelen bıyıklarınızı kesiniz, sakallarınızı çok kesmeyiniz.” (Müslim)

“Bıyıklarınızı kesiniz, sakalınızı çok kesmeyiniz ve kendinizi yahûdilere benzetecek kadar da uzatmayınız.” (Keşf’ül-hafâ)

“Dudaklarınız görülecek kadar bıyığınızı kesiniz, sakalınızı terkediniz (bırakınız).” (Buhârî)

“Dudaklarınız üzerine inmiş olan bıyıklarınızı kesiniz, sakalınızı çok kesmeyiniz; yâni mecûsîlere muhâlefet ediniz.” (Müslim)

“Sakalınızı çoğaltınız, bıyıklarınızı kısaltınız.” (Buhârî)

“Sakalınızı uzatınız ve bıyıklarınızı kesiniz.” (Ahmed bin Hanbel)

Kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ederlerken, Fecr Sûresi’nin:

“Haydi gir kullarımın içine. Gir cennetime.” (Fecr: 29-30) Âyet-i kerime’lerini delil olarak gösteriyorlar.

Halbuki Fecr Sûresi’nin şu Âyet-i kerime’leri süleymancıların içyüzünü göstermesi bakımından yeterlidir:

“And olsun Fecre. On geceye. Hem çifte hem teke. Gelip geçeceği dem geceye. Bunlarda akıl sahibi için birer yemin vardır. Görmedin mi Rabbin nice yaptı Ad’e. O direk sahibi İrem’e. Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı. Ve vâdilerde kayaları oyan Semud’a. O kazıklar sahibi firavne. Ki bütün bunlar memleketlerinde azgınlık edenlerdi. O suretle ki, oralarda fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı yağdırıverdi. Çünkü Rabbin şüphesiz ki rasat yerindedir.

Amma insan ne zaman Rabbi onu imtihan edip de kendisine kerem eder, ona nimetler verirse, ‘Rabbim beni şerefli kıldı.’ der.

Fakat onu ne zaman deneyerek üzerine rızkını daraltırsa şimdi de, ‘Rabbim bana ihanet etti.’ der.

Hayır! Siz bilâkis yetime iyilik etmezsiniz, yoksula yedirmek için birbirinizi kandırmazsınız. Mirası haram, helâl demeyip alabildiğinize yersiniz. Malı pekçok seversiniz. Hayır! Ne zaman ki; yer parça parça dağılır, Rabbinin emri gelir ve melekler saf saf dizilirse o gün cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün herşeyi hatırlayacak. Fakat hatırlamadan ona ne faide.

Ah diyecek keşke hayatım için önden salih ameller yapsaydım. Artık o gün Allah’ın azabı gibi hiçbir kimse azap yapamaz. Onun vurduğu bağ ile kimse bağ vuramaz.” (Fecr: 1-26)

Hazret-i Allah buradan sonra ise nefs-i mutmainne ve nefs-i safiyeden ve mardiyye olan nefisten bahsetmektedir ki süleymancılarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu son iki Âyet-i kerime bilâkis nefs-i mardiyye ve safiyeye çıkanlarla alâkalıdır. Nefs-i emmareyle değil. Bu da ancak hakiki bir Mürşid-i kâmile ermekle mümkündür.

Cenâb-ı Hakk:

“Ey itminana ermiş ruh! Dön Rabbine. Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi gir kullarımın içine. Gir cennetime.” buyuruyor. (Fecr: 27-30)

Yakın bir ahbabımızın bir akrabası var. Beş vakit namazını hep evde kılıyormuş. Ona: “Niye camide kılmıyorsun?” dediğinde: “Bizden olmayan imamın arkasında namaz kılmayız.” dediğini nakletti.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Her zamanın emirine itaat et. Her imamın arkasında namaz kıl. Ashabımdan hiçbirisine sövüp sayma.” buyuruyorlar. (Câmiu’s-sağir)

Şu kadar var ki, seni Hazret-i Allah’a isyan ettirecek bir emir verirse bu yapılmaz. Zira Cenâb-ı Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez.” buyurdular. (Ahmed bin Hanbel)

İslâm’a nerede uydular ki burada uysunlar. Bu Hadis-i şerif’i de hiçe sayıyorlar.

Halbuki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Size peygamber neyi verdiyse onu alınız. Neden nehyetti ise ondan kaçınız.” buyuruyor. (Haşr: 7)

Biz size bunların sapmış olduğunu, dinden çıktıklarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle beyan ediyoruz.

Her yerde bir sahtekârlık yaptıkları gibi, Kelâmullah’ta da yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın kelâmı ile onların hiçbir ilgisi yok. Onların kitabı, dini ayrıdır. Binaenaleyh Allah kelâmını ağızlarına dahi almaya sahib-i selâhiyette değiller. Çünkü bunlar dinden çıkarılmış olan kimselerdir.

Gizli raporlarda şöyle bir yazı okuduk: Amaçları başlığında; “Süleymancılık vasıtasıyla teşkilâtlanarak ve buna siyasi bir veçhe vererek, Türkiye’deki idâri mekanizmaya hakim olmaktır. Memleketi Kur’an kurslarında yetiştirdikleri süleymancılık ordusu ile ele geçirmeyi plânlıyorlar.” diye bahsedilmektedir.

Görüldüğü gibi bu ordunun İslâm’la bir ilişkisi yoktur. Kendi dinlerine göre bir teşkilattır.

Tarihçi bir araştırmacının dediğine göre, Kemal Kacar’ın Almanya’da bir konferansta yaptığı konuşma bunu teyit edici niteliktedir:

“Biz süleymancı değiliz. Fakat Osmanlı gibi süleymanlıyız.” (Mainhaim, 1976)

Bizzat bu sözü dinleyenden dinledim, icab ederse ispat ederim.

Aynı zamanda burada bir hanedan saltanatı kokusu var. Buradan anlaşılıyor ki ayrı bir din, ayrı bir devlet kurmak istiyorlar.

Onlardan ayrılan Hüseyin Kaplan şöyle diyor:

“Kemal Kacar ve onun fikirlerine inananlar bu küfür kelimesini başkalarına isnat edebiliyorlar. Otuz küsür sene hizmet ettiğimiz bu mücadeleden Kemal Kacar için söylenen; yok ‘Ebu Bekir’den üstündür.’ yok ‘Şeriat onun emrindedir.’ gibi sözler yüzünden ayrıldık. Bizleri ve kendisinden olmayan herkesi küfürle itham ettiler.”

Yine gizli raporlarda okuduğumuza göre:

“Hedefleri; Kur’an Kursları ve burada okuyan çocuklardır. Yaşları onbeş yaşından yukarı olan çocuklara itibar etmemektedirler.”

Neden? Çünkü körpe dimağlara batıl fikirlerini yerleştirmek için.

Şayet bu raporlara itiraz ederlerse bu raporları bir bir ortaya çıkarırız...

T.B.M.M. 13.12.1986 Tarihli tutanak dergisinde okuduğumuza göre; iki milletvekili yaptığı konuşmada:

“Bu kursların (Pansiyonların) talebeleri ailelerinden ve çevrelerinden koparıp akla ve mantığa uymayan kurallara zorlanmakta, itaat etmeyenler falakaya yatırılmakta, işkence yaparak eziyet etmektedirler.

Buna dair örnekler vereyim; Eskişehir Çamlıca Kurs Talebesine yardım derneğinde kalan ve Atatürk Lisesi’nde okuyan Hüseyin Karakaş (Asıl soyadı Taraer) 4.4.l986’da bu pansiyonda ölü bulunmuştur. Ailesi de aynı tarikattan olduğu için dava edilmemiş, doktor raporunda ölüm sebebi olarak kulak zarı patlaması gösterilmiş, Eskişehir Sarıcakaya ilçesi Sakarılıcalar köyüne defnedilmiştir.

Gene Afyon’un Reşadiye köyünde Recep Erim (Ermin) bu tip bir pansiyonda yatırılıp dövülmüş ve aklını yitirmiş.

Denizli ili Tavas ilçesi Kızılcabölük kasabasında 13 yaşındaki Bekir İlkin gördüğü maddi ve manevi işkence sonucu intihar etmiştir. Böyle yüzlerce olayı bulmak ve duymak mümkündür.” demiştir.

(Not: Tüm bu dâvâ dilekçelerinin sonuçları beraatle neticelenmiş.)

Çok ciddi meselelerde mevzunun seyrini değiştirmek için bir kulp buluyorlar.

Bu kulplarla mahkeme salonlarında beraat etmişlerse de Hazret-i Allah’ın huzurunda bunları kim kurtaracak?..

“Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar” adlı kitabı tetkik etmemle içinde şunları gördüm. Süleymancılık dininden şöyle bahsediliyor:

“Tarikatın kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’dır. Silistreli Süleyman Hoca olarak tanınmıştır. Romanya muhacirlerinden olduğu ve henüz te’yit edilmemekle beraber yahudi asıllı olup adının Salamon olduğu belirtilmektedir.” (sh. 31)

Aynı eserde: “Yapılan tahmin ve istihbarat değerlendirmesine göre Türkiye’de üçyüzbin süleymancı vardır. Bunlar silahlı cihad için emir beklemektedirler.

Bize bağlananlar cennetlik, bağlanmayanlar dalalettedir ve cehennemliktir, derler. Bazı yerlerde dikiş-nakış, halıcılık, arıcılık ve daktilo kursları olarak teşkilatlanırlar.

Süleymancı büyüklerden başkasına itaat ve hürmet edilmeyeceğini, faiz alınabilir dedikleri gibi rüşvetin de işlerinin yolunda gitmesi için verilebileceğini söylerler.” denmiştir. (sh. 33)

Sandıklı’da geçen bir olayı nakledelim:

Sandıklı Örenkaya Kasabası’nda Mehmet Gölpınar isimli şahıs süleymancıları şu yaptıklarından dolayı mahkemeye vermiş ve fakat süleymancılar beraat etmişler:

1) 1985 yılı içerisinde camide ve hutbelerde devamlı olarak Kemal Kacar’a mecburi olarak yardım edeceksiniz diye baskıda bulunuyorlar ve bu baskılarını da belediye başkanı onaylıyor. Hocanın dedikleri doğrudur diye söylüyorlar.

2) Kurban derilerinizi ve fitrelerinizi, yapılacak her türlü yardımlarınızı Kur’an kursuna veriniz ve yapınız diye baskıda bulunuyorlar. Her gün camide makbuzsuz para ve buğday topluyorlar. Bunların da nereye harcandığı bilinmiyor.

3) Bu topladıkları yardımlarla neler yapıldığı belirsiz oluyor. Her gün akşamları toplantı yapıyorlar. Kur’an kursunu pansiyon olarak kullanıyorlar ve çocukların küçük beyinlerini süleymancılıkla yıkıyorlar.

4) Camilerde devamlı hoca, çocuklarınızı Kur’an Kursuna yollamazsanız bu minarelerde eski hükümetlerdeki gibi yine tangur tungurlar okunur. Bu medreseler kapanır, camiiler kapanır, müslümanlık da böylece biter diye söylüyorlar.

5) Bizlerin böyle konuşmayın dediğimiz zaman, kaymakam, jandarma komutanı bizim emrimizde diyorlar ve bizden kimse davacı ve şikâyetçi olamaz diye söylüyorlar. Köy halkının gözünü korkutuyorlar.

20.12.1985 / Davacı Mehmet Gölpınar / SANDIKLI

İstanbul Sultanbeyli’de bir zât şöyle mevzuu bahis etti: “1979’lardaydı, Sultanbeylide bir zâtın sekiz yıldır Kur’an kursu yaptıracağım diyerek para topladığını söylediler. Ben de: ‘Yapıldı mı?’ dedim. ‘Hayır.’ dediler. ‘Ben sekiz ayda toplasaydım beş katlı bir bina diker teslim ederdim’ dedim. Ve onların içyüzünü biraz anlattım. Keşke söylemez olaydım. Bir veya iki gün geçmedi, volkswagen taksimi kurşunladılar. Allah’a şükür yara almadan kurtuldum.”

Tarsus müftüsü Süleyman Tekin’e gönderilen tehdit mektubu:

“Üstadımız, şeyhimiz, Süleyman Hilmi Tunahan’ı öldü mü sandınız? Üstadımız arştadır. Ona öldü diyen kâfir olur. İmam-Hatip okullarını tutan müftülerin hepsinin hesabı yakın kaldı. Bunların etleri sabun olacak, kemikleri Sovyetlerdeki buz dağlarına ihraç edilecek.

Zahirî (Süleymancılık harici) kurslar kapatılacaktır.”

(Mustafa Asım Kirazlı MUT/İÇEL)

(Kısaltılmıştır.)


 

Önceki Sonraki

İçindekiler