Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise, ilâhi bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun cezasını dünyada iken görmüş bulunur.
Bir kâfir ise; iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir. Ahirette kendisini azaptan kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden her kişi ebedi olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.
“Hangi güne ertelenmişti?” (Mürselât: 12)
“O gün gerçek hükümranlık Rahman olan Allah’ındır.” (Furkan: 26)
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri, ölümleri ile ellerinden alınır. İyi veya kötü, yaptıkları işlerin hesabı yanlarına kâr kalır. O gün O’ndan başka hiç kimse mülk sahibi değildir.
Hiç kimse itirazda bulunamaz. Beğenmeme, beğenip azımsama, kaçamaklı yollara başvurma, aldatmaya çalışma gibi haller çok gerilerde kalmıştır. O gün hüküm yalnız O’na aittir.
“Hüküm gününe!
Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?” (Mürselât: 13-14)
“Şüphesiz ki (hakkı bâtıldan) ayıran o hüküm günü, herkesin bir araya toplanacağı gündür.” (Duhan: 40)
“O gün yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 15)
O gün tek hâkim O’dur. Hükmünde O’na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O’nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O’nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?
Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.
İşte biz günahkârlara böyle yaparız.
O gün, hakikatı yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 16-17-18-19)
Bunun içindir ki bir daha geri dönemezsiniz ve bâtıl fikrinizi yürütemezsiniz. İmanınız yok olduğu için de geri dönemiyorsunuz.
Altın ve gümüş biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip; ölümü ve ahireti unutan, dünyada devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin nasıl bir cezaya maruz kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde ihtar buyurmaktadır:
“Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet edinen herkesin vay haline!
O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (Hümeze: 1-2-3)
Malını yığar ve onu sayar durur, saydıkça zevk alır, Allah-u Teâlâ’nın o maldaki hakkını vermez, ölüm ve ahiret hiç aklına gelmez. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu dünyada kalacağını hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar, büyük emeller taşır. O fani serveti sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder.
Âkıbetiniz de şudur:
“Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.
Resulüm! Hutame’nin ne olduğunu sen bilir misin?
O, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
Öyle bir ateş ki, tırmanıp kalplerin üstüne çıkar.
O, onların üzerine kapatılacaktır.
(Onlar) uzatılmış direklere bağlı olarak.” (Hümeze: 4-5-6-7-8-9)
Tutuşturulmuş şiddetli ateş, karşılaştığı her şeyi yakıp tahrip eder ve onun iç kısmına kadar işler.
Allah-u Teâlâ Hümeze Sûre-i şerif’inde kâfirlerin; tıpkı ahıra konup direklere bağlanan ve üzerlerine ahırın kapısı sürgülenen hayvanlar gibi, uzatılmış direkler arasında bağlı olarak kalacaklarını beyan buyurmaktadır.
“Amel defteri kendisine arkasından verilen kimse ‘Mahvoldum!’ diye bağırır.” (İnşikak: 10-11)
Hem de nasıl bir mahvoluş! Önü belli sonu belli. Kaçış imkânı, kurtuluş çaresi yok.
Karşısında cehennem var.
“Ve o alevli ateşe girecektir!” (İnşikak: 12)
“Çünkü o dünyada, ailesi arasında iken pek şımarıktı.” (İnşikak: 13)
Âkıbetini düşünmez, ahiret aklına gelmez, fâni varlıklara mağrur, nefsâni zevklere düşkün, rahat ve refah içinde, keyfi yerinde idi. Bu zenginlik hâlinin devam edeceğini sanıyordu.
“Çünkü o bir daha dirilip Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı.” (İnşikak: 14)
Onun içindir ki hiçbir kayıt altına girmek istemiyor, sınır tanımıyor, yasak bilmiyor, sorumluluk altına girmiyordu.
“Amma Rabbi onu görüyordu.” (İnşikak: 15)
Bütün yaptıklarını görüp gözetiyordu, her şeyden haberdar idi.
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bu güne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Yemin ederim şafak vaktine!” (İnşikak: 16)
“Yemin ederim geceye ve derleyip topladığı şeylere!” (İnşikak: 17)
“Andolsun toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!” (İnşikak: 18)
Ayın; gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi olarak “Bedir” ve “Hilâl” şeklinde görünmesi, güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.
“Ki, şüphesiz siz tabakadan tabakaya (halden hale) geçeceksiniz.” (İnşikak: 19)
“Böyleyken onlara ne oluyor da iman etmiyorlar?” (İnşikak: 20)
Bunlar, kitaplarını arkadan alanlardır.
“Gerçek şu ki, kötülük yapanların yazısı Siccin’dedir.
Siccin’in ne olduğunu bilir misin?
O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır.” (Mütaffifin: 7-8-9)
“O gün insanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar.
Onlar din gününü yalanlarlar.
Onu ancak haddi aşan (hükümleri çiğneyen) ve günaha dalan kimseler yalanlar.
Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Eskilerin masalları!’ der.” (Mutaffifin: 10-11-12-13)
Günah sebebiyle kalplerin üzerine bir perde çekilir. Günahlarda ısrar edildikçe bu perde kalınlaşır ve kalbin her tarafını kaplar, kalp giderek hassasiyetini kaybeder; iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı ayırdedemez hâle gelir.
Bu hususta Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kul bir hata işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer tevbe ve istiğfar edip vazgeçerse kalbi cilâlanır. Şayet günahı artırırsa siyah nokta da artar ve bütün kalbi kaplar.
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın:
“Hayır! Onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırıp körletmiştir.” (Mutaffifin: 14)
Âyetindeki paslanma budur.” (Tirmizi)
Cehennemlikler için en acı şey cennet saadetinden ve Allah-u Teâlâ’yı görmekten mahrum kalmaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Hayır! Muhakkak ki onlar o gün Rablerini görmekten mahrum kalacaklardır.” buyuruluyor. (Mutaffifin: 15)
Dünyada marifetullahtan mahrum kaldıkları gibi ahirette de Cemalullah’tan mahrum olmakla da kalmazlar, cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
“Sonra onlar muhakkak cehenneme gireceklerdir.
Sonra da onlara: ‘İşte yalanlayıp durduğunuz şey budur!’ denilecektir.” (Mutaffifin: 16-17)
İnsanlar aynı ruh ve aynı beden ile dirileceklerdir. Bu dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük teferruatına varıncaya kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü yaptıkları günahları olduğu gibi aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği açık bir gerçektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonunda oraya varınca kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahidlik ederler.” (Fussilet: 20)
İnsanın sadece organları değil, her şey yaptıklarına şahitlik edecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Derilerine ‘Aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?’ derler. ‘Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O’dur ve O’na döndürülüyorsunuz.’ cevabını verirler.” (Fussilet: 21)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah Aleyhisselam’ın huzurunda bulunuyordum. Azı dişleri görününceye kadar güldü. Sonra “Neden güldüğümü biliyor musunuz?” diye sordu. Bizler “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedik.
Buyurdu ki:
“Ben kulun Rabbi ile tartışmasına gülüyorum. Kul der ki ‘Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?’ Allah-u Teâlâ ‘Evet korudum.’ buyurur. Kul ‘O halde kendimden olmadıkça bana karşı şahit kabul etmiyorum!’ der.
Bu sefer Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
‘Bu gün kendine karşı şahit olarak sen yetersin. Kerim kimselerin de sana karşı şahitliği yeter.’
Bunun üzerine ağzına mühür vurulur. Organlarına da ‘Konuşun!’ denilir. Onlar da bütün yaptıklarını anlatırlar. Daha sonra konuşması serbest bırakılır ve şöyle der:
‘Organlarım! Benden uzak durunuz. Yazıklar olsun size! Çünkü ben sizin için mücadele ediyordum.” (Müslim ve Nesâi)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Gözlerinizin, kulaklarınızın ve derilerinizin aleyhinize şahitlik edeceğinizden korkarak kötü şeyler yapmaktan çekinmiyordunuz. Hayır, yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.” (Fussilet: 22)
“İşte, Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.” (Fussilet: 23)
Neticede hem kendileri yoldan çıktılar, böyle bir felâketle karşı karşıya kaldılar, hem de âile efradlarını hüsrana attılar, ahiret saâdetinden mahrum bıraktılar.
“Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir!” (Fussilet: 24)
İster sabretsinler ister sabretmesinler, ister dayansınlar ister dayanmasınlar, onlar cehenneme gireceklerdir. Oradan çıkış yoktur, kaçıp kurtulamazlar.
“Eğer özür beyan edip Rablerini memnun etmek isterlerse, özürleri kabul edilmeyecektir.” (Fussilet: 24)
Amellerini düzeltmek ve eksikliklerini gidermek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, amma ne mümkün! Tevbe etmek isteyecekler, fakat kabul edilmeyecek, yüzlerine bakılmayacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah hak ettikleri cezayı o gün onlara tam olarak verir ve onlar da Allah’ın apaçık bir hak olduğunu bilirler.” (Nur: 25)
Ve bu Kur’an-ı Âzimüşan’ı duymak istemeyenlerin hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor ve onların iç yüzünü duyuruyor:
“İnkâr edenler ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okurken gürültü yapın, belki bastırırsınız.’ dediler.
İnkâr edenlere çetin bir azap tattıracağız. İşledikleri en kötü işlere karşılık onların cezasını vereceğiz.
İşte böyle... Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmeleri karşılığı, orası onların temelli kalacakları yerdir.
İnkâr edenler ‘Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan, bizi saptıranları göster. Onları ayaklarımız altına alalım da en altta kalanlardan olsunlar.” (Fussilet: 26-29)
Onlar böyle söyleyecekler amma, geçmiş olacak. Halbuki şimdi başa çıkardılar.
Sükûta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok.
“Bu, onların konuşamayacakları gündür.” (Mürselât: 35)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)
O gün hiç kimseye “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye kâfidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
“O gün, hakikatı yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 37)
Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar, hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.
“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya toplamışızdır.” (Mürselât: 38)
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
“Bu, işte sizin yalanladığınız ayırt etme günüdür.” (Saffat: 21)
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.
“O gün, hakikatı yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)
Dünyada birçok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler berat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“O insan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi?” (Âdiyat: 9-10)
Dünyada peygamberler vasıtası ile, geleceği ümmetlerine vâdolunduğundan o güne “Yevm-ül vaîd” denilmiştir.
“Sur’a üfürülür. İşte bu, geleceği vâdedilen gündür.” (Kaf: 20)
İşte küfür ve nifakın neticesi budur. O günün azameti karşısında ayak üzerinde duramazlar.
“O gün her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün!” (Câsiye: 28)
Dünyada iken Kirâmen Kâtibin meleklerinin yazdıkları amel defterleri sualden önce herkese dağıtılır.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Her ümmet kendi kitabına çağrılır. Onlara ‘Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!’ denilir.” (Casiye: 28)
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır. Herkes cennet veya cehennem amellerini beraberinde getirmiştir.
İnsandan ameli ve amellerinden doğan neticeler ayrılmaz. Boynuna bağlanan gerdanlık gibi ameli ona bağlıdır, yakasını bırakmaz.
“Ateşin içinde birbirleriyle çekişip tartışırlarken; güçsüz ve zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: ‘Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını olsun bizden savabilir misiniz?’ derler.”(Mü’min: 47)
“O büyüklük taslayanlar: ‘Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi.’ derler.” (Mü’min: 48)
Mü’min Sûre-i şerif’inin 47. ve 48. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurulduğu üzere; cehennemlikler, birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda göremeyeceklerini anlayınca, cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabblerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ateştekiler cehennemin bekçilerine ‘Rabbinize yalvarın da, hiç değilse bir gün olsun azabı hafifletsin.’ derler.” (Mümin: 49)
Zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler ve:
“Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmediler mi?” diye sorarlar. (Mümin: 50)
Küfrün ve şirkin mağfiret olunmayacak pek büyük bir suç olduğunu oraya varınca öğrenen kâfirler, yalan söylemeye mecal bulamadıkları için “Belâ = Evet” demek mecburiyetinde kalırlar.
Bekçiler onların bu isteklerini kabul edemeyeceklerini, üstelik onların kurtulmalarını da istemediklerini, onlarla uzaktan yakından bir ilgileri olmadığını bildirecekler ve şöyle diyecekler:
“O halde kendiniz yalvarın. Kâfirlerin duası boşa çıkmaya mahkûmdur.” (Mümin: 50)
Duâlarına icabet olunmayacak, isteklerine cevap verilmeyecek. Artık duâ ve yalvarma zamanı geçmiştir. Ele geçen fırsatları, dile verilen ruhsatları kaçırdılar. Dünyada iken küfür ve nifak tohumlarını ekenler, şimdi orada azap ve gazap biçiyorlar. Küfrün neticesi işte böyle ebedi azaptan başka bir şey değildir.
“Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şâhitlerin dikildiği günde yardım ederiz.” (Mü’min: 51)
Kendilerinden hiçbir mâzeret kabul edilmez, çünkü hiçbiri de geçerli değildir.
“O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiçbir fayda sağlamaz.
Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır.” (Mümin: 52)
Tevbe ve itaat etmek suretiyle Rablerini râzı etmeleri de onlardan istenmez. Çünkü rızâ aramak dünyaya mahsustur. Ahirette rızâ aranmaz, aransa da yararı olmaz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu hususta Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” (Zuhruf: 36)
“Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (Zuhruf: 37)
“Nihayet o bize geldiği zaman der ki: ‘Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 38)
Bunun içindir ki insanın bu dünyada arkadaşını ona göre seçmesi lâzımdır.
“Zulmettiğiniz için bugün (pişmanlık) size hiçbir fayda vermeyecektir. Şüphesiz ki siz azapta da ortaksınız.
O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları sen mi hidayete erdireceksin?
Resulüm! Biz seni aralarından alıp götürsek dahi, yine de onlardan intikam alırız.
Yahut onlara vâdettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü bizim onlara gücümüz yeter.” (Zuhruf: 39-40-41-42)