Uhud Harbi için ikindiden sonra bin kişilik bir kuvvetle yola çıkıldı. İçlerinde üçyüz kadar münafık vardı. Reisleri Abdullah bin Ubeyy “Ben meydan savaşına taraftar değilim, Medine’den çıkılmamasını istedim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüzü dinlemedi.” diyerek kavminden ve münafıklardan üçyüzünü alıp geri döndü. Böylece İslâm ordusunun sayısı yediyüze inmiş oldu.
Onların dönüp gitmesi Evs’ten Hârise oğulları ile Hazreç’ten Seleme oğullarını tereddüte düşürdü. Bir ara onlar da ayrılmayı düşündüler, dönecek gibi oldular. Fakat Allah-u Teâlâ’nın hidayeti erişti, onları şeytanın vesvesesinden kurtardı.
Bu hususla ilgili olarak Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O zaman içinizden iki taife bozulmaya yüz tutmuştu. Oysa Allah onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i imran: 122)
Kalplere kuvvet veren O’dur, zayıflık veren de yine O’dur.
Ashab-ı kiram’dan bazıları yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resulullah Aleyhisselâm:
“Bir şirk ehlinden birine karşı, diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz.” buyurdu.
•
Münafıkların Uhud’da İslâm ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onlara ‘Gelin! Allah yolunda çarpışın, veya savunun!’ denildiği zaman ‘Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik.’ dediler.” (Âl-i imran: 167)
Onların bu sözleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar müşriklerle asla savaşmak istemiyorlardı. Asıl istedikleri de müslümanların müşrikler karşısında yenik düşmeleri ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi. Müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ediyorlardı.
Nitekim:
“Onlar o gün imandan daha çok kâfirliğe yakın idiler.” (Âl-i imran: 167)
Bu hadiseden önce onlar dışa karşı mümin görünüyorlardı, küfürlerini belli edecek herhangi bir belirtileri yoktu. O gün İslâm ordusundan ayrılınca ve o sözleri de söyleyince, sahip oldukları zannedilen imandan uzaklaşmış ve küfre yakınlaşmış oldular.
Zira geriye çekilmekle müminlerin kalabalığının azalmasına sebep teşkil etmek, müşrikleri güçlendirmek demekti. Allah yolunda cihaddan geri duran, İslâm yurdunu müdâfaadan kaçınan kimselere “Mümin” vasfı lâyık olamaz.
Davranışlarıyla küfre imandan daha yakın olan bu münafıklar:
“Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı.” (Âl-i imran: 167)
Bu onların her zamanki halleridir. Söyledikleri kalplerinden gelmez. İçlerinde gizlediklerinden başkasını açığa vururlar.
Aslında savaş olacağını biliyorlardı. Çünkü müşrikler Mekke’den kalkıp Uhud’a kadar gelmişler, Bedir’de şereflilerinin öldürülmesi sebebiyle savaşmayı arzuluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm da ashabıyla birlikte Medine’den çıkmış Uhud yolunu tutmuştu. Binaenaleyh savaşın olmaması için hiç bir sebep yoktu. Buna rağmen “Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik!” demişler ve başka hiç bir sebebe dayanmadan İslâm ordusundan ayrılmışlardı. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler, kalplerinde ne gizlerlerse gizlesinler, Allah-u Teâlâ onların gizlediklerini elbette bilmektedir.
“Onların gizlediği şeyi Allah en iyi bilendir.” (Âl-i imran: 167)
Ne küfürleri ne de nifakları kendilerine asla fayda vermeyecek, yaptıklarının cezasını dünyada da ahirette de mutlaka çekeceklerdir.