Hakiki Mutasavvıflar Hakiki Vahdet-i Vücudçular ve Sahteleri

Cep Kitapları

Hakiki Mutasavvıflar Hakiki Vahdet-i Vücudçular ve Sahteleri

Vahdet-i Vücud Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’lerle İzah Edildiği Halde Neden Herkes Anlamıyor?


Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ile Vahdet-i vücud size izah edildiği halde neden anlamadığınızı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’le size cevap verecek ve siz de bu hakikat aynasında kendinizi göreceksiniz.

Bazı zâhiri inkârcı âlimler bu ilimlere âşina olmadıklarından, daha doğrusu bilmediklerinden ötürü tasavvufu inkâr ettikleri gibi, bu ilimleri de inkâr ediyorlar. Hem bu Âyet-i kerime’leri, hem de bu Hadis-i şerif’leri cehaletlerinden ötürü inkâr ediyorlar da farkında değiller.

İşte bunları böylece size bildiriyorum ve açıyorum.

Hadis-i şerif’i bir daha arzediyorum:

“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gayeye ulaşmak için faydalı olan ilmin bu ilim olduğunu beyan buyuruyor. Bu gaye nedir? Hazret-i Allah’a ulaşmaktır.

Allah’a ulaşmak için bir insanın “Fenâfişşeyh”de terbiye görmesi şarttır, “Fenâfirrasul”de terbiye görmesi şarttır, sonra “Fenâfillah”a çıkması bununla mümkündür. Başka türlü mümkün değil. İşte bu Hadis-i şerif’i de inkâr etmiş oluyorlar.

Zâhirî ilim dış nizamı tesis eder, bâtınî ilim içi nurlandırır. Bu ilmi bilmediklerinden inkâra kalktılar. Neden? İçine nüfuz edemediklerinden, hakikata âşina olamadıklarından, daha doğrusu ahlâk-i zemimeden kurtulamayışlarından...

Enelik kabuğunda kalmışlar ve bu cehaleti yapmışlar.

Bir zamanlar yumurta temsilini vermiştik, bugün de vermeye çalışacağız. Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğu, tarikat ilmi beyazı, hakikat sarısı, civcivin çıkması ise marifetullahtır. Civciv çıkınca o kabuğun hiç hükmü kalıyor mu bir düşünün!

Kabuk O’nundur aslında, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, marifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.

Ve fakat buna erişemeyenler Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetleri nefsine mâleder, kendi malı imiş gibi göstermeye ve satmaya çalışır.

Emânât-ı ilâhîyi nefis putuna mâlettiği içindir ki; hem yalancı, hem riyâkâr, hem sahtekâr olduğunu da bilmez.

Âyet-i kerime’de:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)

Bunu insan bir türlü bilemiyor, ben bildim diyor, ben yapıyorum diyor.

Zâhirî âlimler içeriye nüfuz ettiği zaman, bir dereceye kadar derûnî noktalara gelebilir. Mülhime’ye kadar gelir. Fakat içine nüfuz edemeyenler dışta kalır, çın çın öter, kendisinden başka kimsenin bir şey bilmediğini zanneder, fakat cidden cahildirler. Bu böyle. Bir de bazı cahil tarikat ehli kimseler vardır ki “Ben şeriatta değilim tarikattayım.” derler, otomatik olarak dinden çıkarlar.

Bazı câhil nurcular var “Biz tarikatta değil hakikattayız.” derler. Ne tuhaf! Fazilet kapısına ayak basmamış, kendisini hakikat kapısında zannediyor, işte bunlar cehalettedir.

Bunlar içe nüfuz etmek durumudur. Allah-u Teâlâ dilediğine zâhirî ilim vermiştir, dilediğine hem zahirî hem tarikat ilmini vermiştir. Dilediğine hem zâhirî, hem tarikat hem hakikat ilmini vermiştir. Fakat asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan budur.

Allah-u Teâlâ bir kulu severse, seçerse; onu kendinden bir ruh ile, hiç kimsede olmayan kudsî ruh ile destekler. O zaman civcivin kabuğundan çıktığı gibi, o ruh da âlem-i misale kadar gider, velilerin meclisine girer, mele-i âlâya girer. Bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı ile, o kudsî ruhla desteklendiklerinden ötürüdür.

Ve şimdi bu mevzuyu bir Hadis-i şerif’le izaha çalışacağız.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)

Herkes kendisini bu aynada görsün, hepimiz daha doğrusu... Hani benler şimdi?

Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

Bu Âyet-i kerime’yi bilmediklerinden inkara kalktılar. Neden? Bunların muallimi iblis... Bunlar sadır ilminden tamamen habersiz olduklarındandır.

Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)

Bu Hadis-i şerif’i de bilmediklerinden inkâr ediyorlar.

İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden bazı zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zalimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi. Size nümune olarak bunlardan bir kaç tanesini arzedeceğim.

Şeyh-ül ekber Muhyiddin İbnül-arabî -kuddise sirruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler. Ne büyük cehalet değil mi?

Seyyid Nesîmi Hazretleri Allah dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu ben âlimim diyenler yaptı.

Hallâc-ı Mansur Hazretlerini hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Neden? Hakk dediği için.

Ve kimisini zehirle öldürdüler.

Bunların sayısı yüzlercedir. Fakat ibret için size bir tanesini arzedeceğim.

Bir gün Üsküp’teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki “Üsküp’ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor.” Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretlerinin evinden nur parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında “Allahu nûrussemâvâti vel-ard” Âyet-i kerime’sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.

Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak “Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var.” diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp’ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküb’e bir bakmış, Üsküb’ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.

Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.

Neden? Allah-u Teâlâ’nın bu nurunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikatı açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah’ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.

Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ne buyuruyor?

“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.”

Bu Hadis-i şerif’e dikkat edin, yaptıkları ne büyük bir cehalet değil mi? Marifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.

Ve size bu ilimden bahsediliyor, ibret alın.

Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediğini gönderir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:

“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)

Bu Hadis-i şerif’e iki mânâ vereceğim. Zâhirî mânâsı; evvelki gelen ümmet mi hayırlıdır, âhir zamanda gelecek olan ümmet mi hayırlıdır belli değil. Bâtınî mânâsı ise; evvelki gelen veliler mi daha hayırlıdır, sonraki gelecek veliler mi daha hayırlıdır bilinmez.

Onun için, artık o Resulullah ki “Bilinmez!” buyuruyor, burada insan şahsî fikrini yürütüp dimağını çalıştırmamalı.

İşte bu ilimden bir kısmı size açılıyor. Siz de bu ilim karşısında şaşırıyorsunuz. Ve fakat hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le arzettiğimizden kimse de itiraz edemiyor.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız? (Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)

Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)

İşte ancak Vahdet-i vücud’dan bunlar bahseder, başka kimse bilemez.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cumâ: 4)

Vâris-i enbiyâ olan bir veli Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem nübüvvet hem velâyet hâline de sahiptir. Ki biz buna “Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyet” diyoruz. Çünkü üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiyâ’nın -sallallahu aleyhi ve sellem- bir emânetidir. Bütün fazilet o emanette.

Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu hâlin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.

Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.

Neden anlamadığınızı şimdi size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’te cevap verecek:

“Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)

Bir Âyet-i kerime’de:

“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)

Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ’nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.

Ve Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

İşte fazilet buradan geliyor.

Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)

“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Al-i imran: 13)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:

“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhari)

Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.

Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.

Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...

Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir isterse bildirmez.

“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)

Hadis-i şerif’inden rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel öğrenmiş oluyoruz.

Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişir.

Bunun da delili şu Hadis-i şerif’tir:

“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-hafâ)

Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.


 

Önceki